Güncelden Misak-ı Milli’ye bakmak

Prof. Dr. Mustafa Budak / İstanbul Üniversitesi Öğr. Üyesi
22.10.2016

Cumhurbaşkanı Erdoğan devlet ve milletin bekasına karşı tehdit olarak gördüğü gelişmelere karşı, bir başka beka sorununun yaşandığı Milli Mücadele dönemine ait Misak-ı Milli beyannamesi üzerinden yeni bir siyasetin temellerini atmaktadır. Bunu yaparken de hem savunmacı/içe kapanmacı, tavizkar siyasetin bir pratiği ve hem de “bugünlerin sorumlusu” olarak gördüğü Lozan’ı eleştirmektedir.


Güncelden Misak-ı Milli’ye bakmak

İngiliz tarihçi Edward Carr der ki, “Tarih, bugünü anlamak ve geleceği inşa etmek için gereklidir”. Genelde Ortadoğu’da ve özelde de Irak ve Suriye’de olup bitenler, E.Carr’ı haklı çıkaracak cinsten olaylar niteliğindedir.  Bir başka deyişle, geleceğin/geleceğimizin yeniden kurulmakta olduğu günleri yaşamaktayız.  Aynı zamanda Ortadoğu coğrafyasının siyasi haritasını büyük oranda çizmiş olan Sykes-Picot gizli anlaşmasının 100. yılındayız. Irak ve Suriye’de yaşanmakta olan olaylara, ortada dolaşan haritalara bakarsak şu sorular aklımıza gelmektedir: Bir kere, Sykes-Picot yeniden güncelleniyor mu? Ya da Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi coğrafya yeniden mi şekilleniyor? Eğer öyle ise Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi başkalarının belirlediği siyasetin nesnesi mi olacak veya bu bağlamda kendi milli çıkarlarını gözetecek siyasetin öznesi haline mi gelecek? Sanırım, Türkiye açısından asıl soru budur.

Sanki, son günlerde sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan bu sorunun cevabını arıyor ve birtakım yeni sorular soruyor ve yine bu yönde açıklamalar yapıyor. Onun, “Sevr’i gösterip Lozan’a razı ettiler” “Misak-ı Milli’yi okusunlar” veya “1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” şeklindeki açıklamaları,  bu süreçte Türkiye’nin yeni dış politikasının tarihi temellerinin ipuçlarını vermektedir. Anlaşılan o ki, bu yeni dış siyaset, Sevr ve Lozan süreçlerinin dayattığı ya da mecbur bıraktığı ve Cumhuriyet döneminde de izlenen dış politikayı eleştirerek inşa edilmek istenmektedir. Aynı zamanda bu yaklaşım, iddia edildiği üzere söz konusu içe kapanmacı/savunmacı ve Türkiye’yi edilgen/nesne konumuna getirmiş olan geleneksel dış politika yaklaşımını reddetmek anlamına gelmektedir.

Misak-ı Milli’nin anlamı

İlgi çekicidir ki bu eleştiriler, eleştirdikleri dış politikanın bir bakıma meşruiyetini sağlayan bir metin üzerinden yapılmaktadır. Bu metin, Misak-ı Milli beyannamesidir. “Ahd-i Milli” olarak da adlandırılan Misak-ı Milli beyannamesi, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin 28 Ocak 1920’de kabul ve 17 Şubat 1920’de ilan ettiği altı maddelik bir beyannamedir/deklarasyondur. Her şeyden önce bu beyanname, İtilaf devletlerinin (İngiltere, Fransa ve İtalya) Osmanlı Devleti’nin geleceğinin görüşüldüğü, Türklerin Boğazlar (Çanakkale ve İstanbul Boğazları) bekçiliğinden azledilmek istendiği bir süreçte ilan edilmiştir. Bundan dolayı Misak-ı Millî beyannamesi evvel emirde bu itilaf devletleri siyasetine karşı “Türkiye’nin barış şartları”dır. Bunu anlamak için beyannamenin başlangıç kısmına bakmak yeterlidir.  Öyle ki bu kısımda beyanname maddeleri  “devletin bağımsızlığı, milletin geleceği, haklı ve kalıcı bir barışa ulaşabilmek için yapılabilecek fedakarlığın en üst sınırı” olarak tanımlanmıştır. Adeta son Osmanlı Mebusan Meclisi,  o devirde,  barış için Türkiye’nin kırmızı çizgilerini belirlemiştir. 

Atatürk, Nutuk’da bu beyannameyi “ Milli Mücadelenin hedef programı” olarak açıklamış;  1922’de gazeteci Ahmet Emin Yalman’a verdiği bir mülakatta “barış esasları” şeklinde tanımlamıştır. Her iki halde de Atatürk, beyannameyi Milli Mücadele devrinde, özellikle dış politika süreçlerinde hem hedef ve hem de barış esasları olarak dikkate almıştır. Fakat onun nazarında söz konusu beyanname, “mutlaka gerçekleştirilecek, bu uğurda taviz verilmeyecek  “hedefler” olmaktan öte “müzakere edilebilir/icabında taviz verilebilir hedefler” hükmündedir. Buna karşılık, I.TBMM’de mevcut milletvekillerinin çoğu için Misak-ı Milli, mutlaka elde edilmesi gerekli hedefler olup taviz verilmesi mümkün değildir.

İlk madde ve sınırlar meselesi

Bugün Türkiye’de, Misak-ı Milli deyince çoğunluk, “milli sınırlar” demektedir ve de bunu da “bugünkü Türkiye’nin sınırları” olarak anlamaktadır.  Tabiatıyla bunda, Cumhuriyet rejiminin, kuruluş sonrası yeni siyasetinin bir sonucu olarak Misak-ı Milli beyannamesi metninde-özellikle birinci maddesinde- tahrifat yapmasının etkisi bulunmaktadır. Her şeyden önce beyannamenin ilk üç maddesi sınırlarla ilgilidir. Bir başka deyişle, I.Dünya Savaşı sonrası yeni Türkiye sınırları içinde olması düşünülen topraklara ilişkindir. Özellikle birinci maddesi Araplar ve Araplar dışı “Osmanlı-İslam” çoğunluğunun yaşayacakları sınırlar için bir kriter ortaya koymuştur. Söz konusu maddenin ilk kısmı Araplarla ilgili olup, onların self-determinasyon hakkı savunulmaktadır. Ondan sonra ikinci kısımda, daha anlaşılır bir ifadeyle yazarsak “Mondros mütarekesi imzalandığı sırada sınırlarımızın içinde ve dışında kalan dinen, ırken, emelen/örfen birlikte ve birbirine bağlı Osmanlı-İslam çoğunluğunun yaşadıkları topraklar bölünmez bir bütündür” denilmiştir. Bu Osmanlı-İslam çoğunluğu, Türkler ve Kürtlerden ibarettir. İkinci maddesinde, Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan Elviye-i Selase için serbestçe bir halk oylaması önerilmekte, yapılacak oylamada bu toprakların anavatana katılacakları ümit edilmektedir. Aynı şekilde üçüncü maddede de benzer beklentiyle Batı Trakya’da halk oylaması teklif edilmektedir.

Dikkat edilirse, birinci maddede sınırlar için sadece bir kriter konulduğu için, “Araplar dışında kalan Osmanlı-İslam çoğunluğu”nun yaşadıkları toprakların sınırları belirtilmemiştir. Bundan dolayı Misak-ı Milli’nin birinci maddesinde kastedilen sınırların nereden geçtiği ve hangi toprakları kapsadığı tartışmalıdır. Öyle ki “mütareke hattının içinde ve dışında” denildiği için Arap topraklarını da kapsadığını savunanlar olduğu gibi sadece son devirde Osmanlı idare yapısında yer alan Halep ve Musul vilayetleri topraklarını içine aldığını düşünenler de vardır. Hatta bu sınırları batıda Selanik, Sofya ve Varna’ya kadar genişletenler de bulunmaktadır. Ayrıca, bu konuda Mustafa Kemal Paşa’nın Aralık 1919’da, Ankara’da söylediği “İskenderun körfezi güneyinden Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus güneyinde Fırat nehrine ulaşır, oradan Deyr-i zor’a iner. Daha sonra doğuya doğru genişleyerek Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır” şeklinde bir güney sınırı tanımlaması vardır. Görüldüğü gibi bu sınırın içinde Halep bulunmamaktadır. 

Ancak, Misak-ı Milli’deki bu sınır belirsizliğini ortadan kaldırmak için ondan 8-9 ay önce ortaya konulmuş olan bir başka Osmanlı belgesine başvurmak gerekmektedir. O da Osmanlı Devleti’nin Paris Barış Konferansı’na 23 Haziran 1919’da sunduğu 11 maddelik muhtıradır. Bu muhtıra,”Müdafaaname” olarak da anılmaktadır. Söz konusu muhtıra, hem Osmanlı Devleti’nin Misak-ı Milli’den önce, I.Dünya Savaşı sonrası yeni uluslararası düzen arayış sürecinde Türkiye’nin barış şartlarını ortaya koymakta ve hem de Misak-ı Milli’de mevcut sınır belirsizliklerini ortadan kaldırmaktadır. Bu bakımdan söz konusu muhtıra, Erzurum ve Sivas kongreleri beyannamelerinden daha fazla Misak-ı Milli beyannamesiyle benzerlik arzetmektedir.

Ne olursa olsun barış yapalım

Her şeyden önce bu muhtıra, Osmanlı Devleti’nin 1914 sınırları içinde siyasi varlığını devam ettiremeyeceğini idrak eden bir devlet aklının ürünüdür. Kestirmeden ifade edelim ki, bu muhtıra,  yeni Türkiye’nin sınırlarını ve bu arada güney sınırlarını Misak-ı Milli’ye nazaran daha açıkça belirtmektedir. Daha da önemlisi  söz konusu muhtıra, “yeni Türk vatanının sınırları”nı çizmektedir.. Şöyle ki, Batı’da Gümülcine livası dahil Balkan savaşından önceki Türk-Bulgar sınırı, kuzeyde Karadeniz, doğuda Elviye-i Selase dahil olmak üzere Batum’un kuzeyindeki Poti, Ermenistan için küçük sınır düzenlemesi ve İran sınırı, güneyde ise  Kerkük livasından başlayarak Musul Resülayn ve Halep’den geçerek Lazkiye’nin kuzeyinde bulunan İbn-i Hani Burnu’ndan Akdeniz’e ulaşan bir sınır olacaktı. Dikkat edilirse bu sınır, Osmanlı Devleti’nin Halep ve Musul vilayetlerinin güneyine kadar uzanmaktadır. Bunun bugünkü karşılığı Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’dır. Bugün Türkiye, aynı topraklar konusunda duyarlıdır. Bu bakımdan, geçmişten günümüze baktığımızda, bu duyarlılığın aynı/benzer bir devlet aklının ürünü olduğunu kolayca anlamak mümkündür. 

Bir diğer tartışılan mesele, Lozan antlaşmasıdır. Bu antlaşmanın imzalandığı konferansın resmi adı “Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı”dır. Şurası bir gerçek ki, Ankara hükümeti bu konferansa hazırlıksız gitmiştir. Çünkü bir an önce barış yapmak istediğini 30 Ağustos zaferinden sonra her fırsatta dile getirmiştir. En önemlisi, İsmet Paşa’nın itirafıyla, sadece dört yıllık bir savaş sonu barış imzalayacaklarını zannetmişlerdir. İkinci aşama Lozan görüşmelerine giderken “Anlaşmazlık konusu toprak işlerini barış sonrası döneme bırakmak bir an önce barış imzalamak” şeklinde bir  siyaset talimatının İsmet Paşa’ya verilmesi ise “ne olursa olsun barış olsun” yaklaşımının benimsendiğini göstermektedir ki, bu Ankara hükümeti açısından büyük bir zaaf olmuştur. Bundan dolayı barıştan sonra Musul vilayeti bile bile kaybedilmiştir. Bunun adı feragattır. Kaldı ki, Lozan barış antlaşması, tasdik-feragat-rıza ekseninde gerçekleşmiş bir antlaşmadır. Bu antlaşmayla kurtarılabilmiş vatan toprakları üzerinde özellikle kapitülasyonların olmayacağı yeni bir devletin kurulması amaçlanmıştır. Bunun için de Misak-ı Milli’den özellikle toprak bakımından tavizler verilmiştir. Bu tavizlerin ya da fedakarlığın/feragatın en büyüğü Musul vilayetinin kaybedilmesidir. Bu Lozan siyaseti, bugün savunmacı, içe kapanmacı ve de tavizkar bir siyaset olarak eleştirilmektedir.  

Sözün özü şudur: Hem 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ve hem de Misak-ı Milli beyannamesi kendi siyasi varlığına kastedenlere karşı Osmanlı Devleti’nin altı asırlık devlet geleneği içinde “barış şartları” olarak verdiği siyasi cevapların adıdır. Bugün de Türkiye, terör ve güney sınırlarının ötesinde cereyan eden vekalet savaşlarını aynı zamanda kendi siyasi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır. Sayın Cumhurbaşkanının son zamanlardaki açıklamaları da buna işaret etmektedir. İlgi çekici olan şudur ki, sayın Cumhurbaşkanı devlet ve milletin bekasına karşı tehdit olarak gördüğü bu gelişmelere karşı tıpkı bir başka beka sorununun yaşandığı Milli Mücadele dönemine ait Misak-ı Milli beyannamesi üzerinden yeni bir siyasetin temellerini atmaktadır. Bunu yaparken de hem savunmacı/içe kapanmacı, tavizkar siyasetin bir pratiği ve hem de “bugünlerin sorumlusu” olarak gördüğü Lozan’ı eleştirmektedir. Anlaşılan o ki, bir süre daha milletçe, Misak-ı Milli ve Lozan muhabbeti yapacağız.

[email protected]