Marksizm bile mistifiye bir harekettir

HALE KAPLAN ÖZ / [email protected]
22.10.2016

Radikal selefi söylemlerle öne çıkan DEAŞ ve ılımlı İslam’ı önceleyen FETÖ... İkisinin de temel motivasyonu ‘büyük son’ beklentisi. Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’a göre radikal hareketler de mistik motifleri kullanıyor. Çünkü her ne kadar siyasi, ideolojik akımlarsa da bağlılarını motive etmeleri gerekiyor. Öyle ki Marksizm bile mistifiye bir hareket.


Marksizm bile mistifiye bir harekettir

DEAŞ’ın, rivayet edildiği iddia edilen “Amak ve Dabık’a Rumlar girmedikçe kıyamet kopmaz” hadisine dayandırdığı kıyamet ve büyük savaş senaryosu, son dönemin önemli gündem maddelerinden. Öyle ki savaşın seyrini değiştirebileceği söyleniyordu. Geçtiğimiz hafta TSK tarafından desteklenen Özgür Suriye Ordusu, Suriye’de Dabık köyü ve Soran beldesini DEAŞ’tan aldı. Bu DEAŞ için çok büyük bir yenilgiydi. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da olayın akabinde “Bu onun sapkın ideolojisine büyük bir darbedir. Çünkü DEAŞ, Dabık’ın, kıyamet günü savaşının, Hristiyan eskatolojisinde iyilerle kötüler arasındaki son savaşın geçeceği yer olduğuna inanıyor” yorumunu yaptı... Peki mitlerini nasıl örüyor ve temellendiriyorlardı? ‘Büyük son’ nasıl bir motivasyon aracıydı? Selefi ya da ‘ılımlı’ yaklaşımların bu alandaki ortaklıkları nelerdi? Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, örgüt eskatolojileri meselesine dair sorularımızı yanıtladı.

l Hadisin sahihliğini ve DEAŞ’ın bu kıyamet fikrini neden ve nasıl örmüş olabileceğini sorarak başlamak istiyorum.

Bu bölgelerin Halep’in yakınında olduğu söyleniyor ve “Halep’e Hıristiyanlar girmedikçe kıyamet kopmayacak” şeklinde tercüme ediliyor. Ardından da o ordunun İstanbul’u fethedeceği gibi bir rivayet var. Bu hadisten ve bunun gibi hadislerden yola çıkılarak bir eskatoloji inşa edilmiş. Bunu Fetullah Gülen hareketi de inşa ediyor, Hizb-ut Tahrir hareketi de, El Kaide’nin uzantısı olan DEAŞ da...

Kütüb-ü Sitte’deki bütün hadisler tartışmasız, mutlak sahihtir diyemem. Ama bunların tamamı uydurmadır diyenlerden de değilim. Tartışmalı hadis diyebileceğimiz yekün, bu toplam içerisinde yüzde 10 civarıdır kanaatindeyim. Büyük hadis alimlerinin uzun ve titiz çalışmalarla oluşturdukları bu gayretleri küçümsememe taraftarıyım. Mamafih herkes gibi onlar da bazı hatalar yapmış olabilir. Lakin hatalarının, sevaplarından daha fazla olduğu kanaatinde değilim. Eskatoloji ya da yerli söylemle ‘ahir zaman alametleri’ diye tabir ettiğimiz hadisleri sadece bir kişi rivayet etse hadi deriz ki “Bu adam yalancının teki.” O kadar çok kıyamet alametleri, Mehdi’nin zuhuru konulu hadis var ki... “Hepsi uydurmadır” demek modernist Müslümanların, kadim bilgeliklerle ilgili bilgiye sahip olamamalarından dolayı konuyu anlayamamalarının neticesinde vardıkları bir sonuç. Yani halk tabiriyle “Kedi uzanamadığı ciğere murdar der.” Kadim bilgilerin çoğu kaldırıldığı, ehli kalmadığı için, bunu anlayamayan modern ilahiyatçılar “Ben anlamıyorum ama bir anlamı vardır” gibi mütevazı bir cevap vermek yerine “Ben anlamıyorsam yoktur” gibi çok feci bir mantık sonucuna varmaktadır. Bu modernist pozitivistlerin en büyük tahribidir.

l Türkiye’de teoloji alanındaki tartışmalar çok sağlıklı ilerlemiyor...

Maalesef ülkemizde, yüzyılın başındaki devrimlerin sonunda metafizik ve teolojik alanda tam bir kavram kargaşası, tam bir kaos yaşanmıştır ve hala da devam etmektedir. Onun için bazı kavram ve konular Türkiye’de hala çok sağlıklı tartışılamıyor. Benim yorumum şöyle: İslam dini teslimiyet esaslı bir dindir. Teslimiyet, mutlak otorite ve buna bağlı temsilci önünde, ehlinin önünde gerçekleşir. Siz bir Peygamber’in -ki Muhammed-ül Emin adını almış- hayatındaki eylemlerinde, yaşamında bir nur görüyorsunuz ve ona inanıyorsunuz ve teslim oluyorsunuz. Teslim olmadan enerjinin geçmemesi, bir bilginin intikal edememesi gibi bir metafizik prensiple irtibatlı da düşünebilirsiniz. Teslimiyet burada köle olmak anlamına gelmez. Ki kişisel anlamda söyleyeyim bir peygambere köle olmayı tercih ederdim modern dünyanın özgürü olmaktansa... Esleme kökü teslim olmak anlamına geliyor. Burada aklını, iradesini sattı gibi çok da gerçeklikle bağlaşmayan ifadeler kullanılıyor modern yorumlarda. Tabii, berber diye kasabın önüne oturursanız burada kavramın ve işleyiş mekanizmasının ne kadar suçu olabilir?

l FETÖ’cü darbe de din tartışmalarını farklı bir boyuta taşıdı öyle değil mi?

Burada sapla samanın karışması dediğimiz hadise sadece siyaseti etkilemedi. Türkiye’deki teoloji anlayışına da büyük bir darbe vurdu. Başarılı olamayan bir darbe ama bazı taşları yerinden oynattı. Bu kişilerin kötü niyetleri ve elde edemedikleri sonuca bakılarak neredeyse en alt düzeyde “cemaat, teslimiyet” gibi kavramlar sorgulanmaya başladı. Ondan sonra tarikat, tasavvuf sorgulanmaya başladı... Bazı seküler oluşumlar “Bütün dini gruplar, cemaatler” böyledir dedi. İslam dışı yapılar faturayı İslam’a kesti. Tanrı tanımaz kimseler de “Bütün inançlar aslında böyle” diyerek işi neredeyse Allah’ı sorgulamaya götürdü. Burada basamak basamak bir tenkit süreci görmekteyiz.  Ama bu tenkit basamaklarında, nereye kadar sağlıklı bir analiz yapılabiliyor nereden sonra toz duman oluyor çok iyi tefrik edilmesi gerekiyor.

l “Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vaktinde ancak O (Allah) ortaya çıkaracaktır.” Araf /187.  Ayetteki bu açıklığa rağmen yüzyıllardır cemaat/ tarikat/ örgütler tarafından kıyamet senaryoları dillendiriliyor. Bunun en temel sebebi nedir?

Ben tradisyonel İslam’a inanırım. Sahih kitaplarımızda kıyamet alametleriyle ilgili hadislerin yer aldığını görmekteyiz. Bu hadislerin varlığı, bahsettiğiniz ayete tezat teşkil edecek bilgiler değildir. O hadislerde kıyametin saati ve vakti verilmemektedir. Burada kıyamet öncesi bazı alametler ve sembolik ifadeler bulunmakta. Sembolik ifadelerin yorumlanması da ehline mahsus bir durum. Tam olarak nereden ve kimlerden bahsedildiği anlaşılamıyor. ‘Rum’ nasıl tercüme ediliyor örneğin?... Esas problemli alan şu: Bunları yok sayanlar bir bakıma rahatlıyor. Ama eğer “Var” diyorsanız -ki ben kıyamet öncesi alametlere ve Mehdi’nin zuhuruna inanan biriyim- burada bazı sıkıntılar olabiliyor. Bu durum bazı abartmalara, gerçeklikten kopmalara yol açabiliyor. Yani uçmalar ve kaçmalar olabiliyor. Bu insanlar nedeniyle bu inanışa sahip diğer insanların hepsine karşı savaş açılabiliyor. Tıpkı bazı manevi öğeleri kullandığı için FETÖ’den dolayı kalkıp Hz. Mevlana’ya, İbn. Arabi’ye sövmeye çalışan kimseler gibi. Sonuç olarak: Sünni hem de Şii bazı uygulamalarda haddi aşan durumlar olmaktadır. “Mehdi Hicri 1400 yılında gelecek” gibi vakit veren örnekler vardır. Vakit verme konusunda hiçbir sahih hadis bulunmamaktadır. Ama Mehdi’ye ve geleceğine dair vardır. Yani sorun vakit vermekten kaynaklı. “Veyl olsun vakit verenlere” diye de bir rivayet vardır.

l Özellikle DEAŞ’ın militan devşirdiği Batı dünyası mitleri,  örgütü ‘büyük son’ hedefine yöneltmiş olabilir mi?

Sebebin sadece bu olduğunu söyleyemeyiz. Saddam zamanında Bağdat’ın yüzde 60’ı Şii’dir. Şiilerin Arap olmalarına rağmen İran tesirinde olması, Baas partisinin ideolojisinin tamamen Arap milliyetçiliğine dayanması, Kürtler, Türkmenler ve Şiileri mağdur etti. Saddam’ın gitmesinden sonra oluşan ortamda da Şia neredeyse her şeyi ele geçirdi. Şimdi Sünni Araplar mağdur durumda. Güreş tabiriyle altta olan üstte çıktı. Müslümanlar denge kurardı aslında, Bağdat Darüsselam’dı, emniyet diyarıydı. Ama her şey alt üst oldu. Bağdat’ta iki güzel semt vardır: Birine Azamiye, diğerine Kazımiye denir. İkisinin arasında bir köprü vardır. Ben bu köprünün üzerine çıktım ve “Bu köprü vahdet köprüsüdür” dedim. Köprünün bir tarafında Şia’nın inandığı, bizim de ihtiram ettiğimiz 12 İmam’dan biri olan Musa Kazım’ın kabri vardır. Hemen onun karşısında da İmamı Azam Ebu Hanife’nin kabri vardır. Biri Sünnilerin diğeri de daha çok Şiilerin ziyaret ettiği iki alim. Aralarındaki o köprü birlik köprüsüdür. Şu an için hiçbir anlam ifade etmiyor. Herkes birbirini kebap yapmakla, vahşice katletmekle meşgul. Neticede mağdur bırakılan Sünni Arapların intikam duygusuyla oluşturdukları bir harekettir DEAŞ. İslam devleti ismini ve dini motifleri kullanmışlardır. Ama kurucularının tamamı eski Saddam subayıdır. Sonra Suriye’ye intikal ettiler. Bu politik hareket içerisinde dini ve mistik temalar da kullanılmakta. Kökeni selefi eskatolojiye dayanmaktadır. İrfanla alakaları yoktur. Ve böylesi hamasi hareketler her zaman her türlü politik irade tarafından kullanılır...

l FETÖ Mesih inancını merkeze alıyor. Radikal Selefi DEAŞ mistik bir son yazıyor... Bu ortaklık nasıl izah edilebilir?

Radikal hareketler de bazı mistik motifleri kullanıyor. Çünkü her ne kadar siyasi, ideolojik akımlarsa da bağlılarını mistifiye etmeleri gerekiyor. Bugün Marksizm bile mistifiye bir harekettir. Kimse Das Kapital’i okuyarak Marksist olmamıştır. İnsanlar, devrim türkülerini dinleyerek, mistik bağlanma duygularını yaşayarak, protest eylemlerin cazibesine kapılarak o ideolojiyi benimser.  Bağlılarını sürekli artıran hareketlerin çoğunda mistikleştirme zaten vardır. Ama mistikleştirme ve tasavvuf birbirine karıştırılmamalı. Çok farklı alanlardır bunlar. DEAŞ gibi örgütler bağlılarına şahadet vadeder. “Ölüm anında bile acı çekmeyeceksiniz. Derhal sizi cennete alacaklar. Altından ırmakların aktığı cennetlerde huriler sizi bekliyor” denir. Genç çocukların gözleri bunlarla bağlanır. İdeoloji inşası sürecinde de kıyamet, Mehdi, büyük son vaadleri kullanılır. DEAŞ’ın bunları kullandığı bir gerçek. O tür hareketlerde çokça görülen bir hadisedir bu. DEAŞ ya da FETÖ’nün bu tür inanışlara sahip olmalarını çok da önemsiyor değilim. Yani olay biraz sosyopolitik, ideolojiktir. “Bunlar nasıl yetiştiler? Nasıl güçlendiler? Arkalarında kimler var?” gibi esas hedeflerini bulmak gerekiyor. Evet bu malzemeleri kullanıyorlar ama işin ötesinde çok daha başka boyutlar var. FETÖ tamamen öncelikle psikopatolojik bir vaka. Tabii ki sonrasında uluslararası politik çevrelerin bir maşası haline geliş var...

l Ya Anadolu? Kahin, Mesih, Mehdi, Deccal etrafındaki oluşumlara ne derecede kıymet verdi?

Osmanlı’da sahte Mehdi bir iki yerde zuhur etmiştir. En eski kasetlerine bakacak olursak Fetullah Gülen’in de benzer şeyler söylediğini, Mehdi’nin geleceğine dair tarih verdiğini ben hatırlıyorum. Fatih’te büyüdüm. Bizim muhitimizde de bazı hocalar “Mehdi Şam’a gelecek. İstanbul’un Avrupa yakası batacak. Şam’a yakın yerlere yerleşin” diyordu. Tanıdığım bazı ailelerin sırf bu yüzden Urfa’dan, Antakya’dan yer aldıklarını Mehdi’yi beklediklerini biliyorum. 2-3 yıl sonra geri döndüler tabii ki... Fakat çoğunluk bu yorumları dinledik ama değil Urfa’ya gitmeyi düşünmek, Anadolu yakasına dahi geçmedik. Bizde sahih ana cadde olduğu sürece uç yorumlara müsaade edilmemiştir. Bu tür şeylerin tesiri fazla olmaz. Geleneksel İslam’ın kaynaklarında kıyamet alametleri haberleri vardır. Bazı muhaddisler tarafından müstakil kitaplarda toplanmışlardır. İşin erbabı bunları inceler, senetlerinde bakar, ihtilaflar var ise değerlendirir. Ama umumi konuşacak olursak kolaycılığa kaçamıyoruz, bazı modernistlerin yaptığı gibi. Çünkü elimizde kapı gibi Buhari var, Müslim var.

l Mehdi meselesini nasıl anlamalı, algılamalı bugün bir Müslüman?

Çok da eskatolojik haberler üzerine yoğunlaşan biri değilim. Anı yaşamaya çalışan biriyim. İnanıyorum Mehdi’nin geleceğine, kıyamet alametlerine inanıyorum ama “Ne zaman, nasıl?” tarafıyla ilgilenmiyorum. Geleceği varsa göreceği de var gibi bir tabirle “Ehlen ve sehlen ya Mehdi” diyorum. “Ne zaman gelirsen buyur.” Geldiği zaman onun enerjisi yayılır. Biz de o enerjiyi algılayacak bir irfan seviyesindeysek onun askeri oluruz diye düşünüyorum. O manada rahatım. Ona inanıyor ve selam ediyorum ama işime de devam ediyorum. Bunun ötesine geçmekte de sıkıntı olduğu kanaatindeyim. Sürekli bu konuyla ilgilenmek ve Mehdi’yi beklemenin sonuncunda evham u hayalat kabilinden şeyler olabiliyor. Bazı insanlardan psikopatolojik haller zuhur edebiliyor: Kendini Mehdi, peygamber görmek ve Allah görmek gibi psikiyatri sahasına giren vakalar... Bir kişi kendini sahte peygamber gördüğü için sahih nübüvvet müessesesine saldıramayacağımız gibi biri çıkıp “Ben Mehdi’yim” dedi diye Mehdeviyyeti de tartışmayı çok yakışık bulmuyorum.

l Şeyh Edebali, Mevlana, Muhyiddin İbnü’l Arabi, Davud-i Kayseri  gibi kimselerin İslam algıları ve estakolojiye bakışları nasıldı?

Bu doktrini kabul ettikten sonra “İşte bakın, görün. Mehdi benim” şeklinde o malzemeyi tamamen kendine yontma dediğimiz yönteme başvuranlar olabilmektedir.   Gülen’in bağlı bulunduğu Risale-i Nur mektebinin de böyle bir Mehdeviyyet problemi vardı. Mehdiyet onlarda şahs-ı manevidir. Gülen hareketi, bütünsel bir hareket olarak Mehdici bir hareketmiş gibi görülür onlarda.  Osmanlı İslam’ının kurucu babaları Mevlana ve İbn Arabi’dir. O ekolden yetişmiş alimler, arifler, şairlerden “Ben Mehdi’yim” diyen çıkmamıştır. Anlattığım şekilde inanmışlardır Mehdi’ye. Olay budur...