Politik selefilikteki şiddet teolojik mi?

Prof. Dr. İlhami Güler/Ankara Ünv. İlahiyat Fak.
5.07.2014

Kur’an, kendinden önceki peygamberlerin vahiylerine atıf yaparak, Tanrı’nın ‘din’ oluşturmakla asıl amacının insanlığın barış içinde, sükunetle yaşamaları, zalimliklere karşı çıkmaları ve siyasilerin toplumlarını adaletle yönetmeleri olduğunu haber verir.


Politik selefilikteki şiddet teolojik mi?

Düşünen birçok insan, ‘İslam’ isminin ‘barış’ anlamına gelmesi ile Kur’anda varid olan ‘cihad’ ve ‘kital’ ayetlerini ve İslam toplumunun erken iki yüz yılını kapsayan ‘iç savaş’larını ve bu gün İslam dünyasındaki yoğun şiddetin birbiriyle çelişikliğini anlayamaz. Batılı birçok oryantalist, siyasetçi, şiddetin İslam dininin ontolojik-değersel özünde var olduğunu, Hıristiyanlığın erken teolojik özü ile (İnciller-Havariler) mukayese edildiği takdirde, ona “din” denilemeyeceğini, Arapların siyasi bir kavgası olduğunu ileri sürer. Bazıları da Hz. Muhammed’in Mekke’de ‘dinî’ bir dava güttüğünü; ancak Medine’ye göç edince, orada tam tersine hegemonyayı hedefleyen ‘siyasi’ bir amaç gütmeye başladığını ileri sürer.

Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in hayatında varid olan şiddeti ve erken İslam toplumunun yaşadığı iç savaşı anlayabilmek için, olaya teolojik açıdan değil; tarihsel ve antropolojik açıdan yaklaşmak gerekecektir. Cahiliyye döneminde Araplar, birbirleri ile sürekli savaşıyorlardı. Ficar Savaşları diye bilinen bu kabile savaşlardan yoruldukları için yılın dört ayını “Haram Aylar” olarak ilan edip savaşı durduruyorlardı. Kur’an, Arapların bu adetini, kendi savunduğu değerler ile paralel gördüğü için kabul etmiştir (9/36). Rivayetlerde Hz. Muhammed’inde genç iken bu savaşlara katıldığı; fakat savaşmayıp, düşman oklarını toplayıp kendi kabilesinin elemanlarına verdiği söylenir. Arapları savaşa zorlayan bu sertliğin sebebi, sürekli zor tabiat koşullarına karşı mücadele vermeleri idi: “Onlar, coğrafi tabiatın bu huşunetini kendi tabiatlarında sergiliyorlardı. Hayatlarında itidal ve tolerans yoktu. Yaşayabilmek için çevrelerine karşı acımasız ve gaddar olmak zorunda idiler.”(1)

İlahi irade, vahyini insanlara ulaştırmak ve eğitmek için, örnek bir toplum olarak seçtiği İbranilerin iflah olmaz bir şekilde çok uzun süren çocukça şımarıklıkları ve bir türlü işin ciddiyetini kavrayamamaları ve Latinlerin, kendisi de bir İbrani peygamber olan Hz. İsa’nın, ameli olarak tahrif edilmiş Tevrat’ı tashihe ve din adamlarının boş şekilciliğini tasfiyeye yönelmiş ahlaki mesajından, Yunan felsefesi ışığında, onun özüne ters olarak oluşturdukları ‘teslis’ ve ‘kilise’ paganizminden sonra, -strateji değiştirerek- zihni kolay temizlenebilecek bir halkı (Arapları) ve sofistike kültürlerden izole edilmiş bir coğrafyayı (Çölü-Arabistan’ı) tercih etmiş olabilir. Ancak, bunun faturası olarak, çölün yaratmış olduğu huşunete razı olmak mecburiyetinde idi. Ayrıca bu huşunetin, erken dönemde İslam’ın kısa sürede geniş coğrafyalara yayılmasına hizmet ettiğini de unutmamak gerekir.

Barış ve adalet ilkesi

Kur’an, kendinden önceki peygamberlerin vahiylerine atıf yaparak, Tanrı’nın ‘din’ oluşturmakla asıl amacının insanlığın barış içinde, sükunetle yaşamalarını istediğini, zalimliklere karşı çıkılmasını ve siyasilerin toplumlarını adaletle yönetmeleri gerektiğini salık verdiğini bize haber verir (5/8, 42). Kur’an’da Hz. Adem’in çocukları olan Habil ve Kabil’in hikayesini anlatan Tanrı, Kabil’in kurbanının kabul edilmemesinden sonra, Habil’i öldüreceğini açıklamasının üzerine, Habil’in: “Sen beni öldürsen de ben sana elimi kaldırmayacağım” demesini, -nefs-i müdafaa hakkına rağmen- Allah, bir erdemlilik örneği olarak anlatır (5/27-31). Tevrat’ın ‘On Emir’inin ilki: “Öldürmeyeceksin!”dir (Çıkış, Bab:20/13). Yine Kur’an’da Yahudi Peygamberlerine/Kutsal kitaplarına atıf yapılarak: “Kim bir insanı bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarma karşılığı olmaksızın öldürürse o, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir; her kim de birinin hayatını kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış/yaşatmış gibidir” (5/32) denmiştir. Müslümanlara da: “Kim bir mümini taammüden öldürürse, ebedi olarak cehennemde kalacaktır “(4/93) denmiştir. Yine Kur’an’da Hz İsa’nın kategorik olarak “Barış-Affetme” davası, -genel bir kural olmasa da- “yüce gönüllülük” olarak devam ettirilmiştir: “Her kim sabreder ve bağışlarsa; bu, azmedilecek yüce bir mertebedir” (42/43). “Eğer sen, kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunursan; seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin, sana karşı sıcak bir dost olduğunu görürsün. Bu seviyeye ancak sabreden olgun kişiler ulaşabilir” (41/34-35). Başka bir ayette ise: “Uzlaşma, (kavga ve nizadan) daha iyidir” (4/128) denmiştir.

O halde, Kur’an’da Allah’ın ideal-teolojik/dini-ahlaki toplumsal hayat anlayışının, projesinin (ed-Din’in/Dinu’l-Kayyime’nin,98/5) sulha-salaha, silme-selamete dayandığını rahatça söyleyebiliriz. Peki, durum böyle ise; Kur’an’da varid olan savaş ve şiddet içeren ‘cihad’ ve ‘kital’ nereden çıkmıştır? Bunun sebebi, mesaja muhatap olan Arabistan’ın çöl coğrafyasının etkilediği Arap toplumunun sosyo-psikolojik tabiatıdır. Mekke döneminde mesajını yaymaya başlayan Hz. Muhammed, on yıl boyunca müşrik Arapların baskılarına düşmanlıklarına, işkencelerine, boykotlarına, yurtlarını terk ederek Habeşistan’a göç etmeye maruz/mecbur kalmıştır. Müslümanlar ile muhalifleri arasında oluşan ‘düşmanlık durumunu’ ve Medine’ye göç ettikten sonra oluşan Kureyş müşrikleri ve Medine Yahudileri arasında oluşan ‘savaş durumunu’ Müslümanlar yaratmadı; muhalifleri yarattı. Müslümanlar da kendilerini korumak için savaşmak zorunda kaldı. Allah, değişik ayetlerle bu düşmanlık durumunu ve savaş durumunu değerlendirdi. Hz. Muhammed, zırh giydi ve savaş komutanlığı yaptı. Anlaşmalı olduğu Yahudi Beni Kurayza kabilesinin eli silah tutanlarının öldürülmesi kararını verdi (2); kendini hicveden şairin (Ka’b ibnu’l Eşraf) suikastla öldürülmesini istedi(3). Özetle, Kur’an’a yansıyan veya yansımayan şiddet, evrensel İslam’ın/peygamberlerin öğretisinin teolojik-ahlaki özünün, onun cihanşümul ‘dava’sının parçası olan bir unsur değil; tarihsel-toplumsal (antropolojik-politik) koşulların mecburiyetinden doğmuş ‘arızi’ bir unsurdur. Kur’an, Müslümanlara kendinden olmayan toplumsal kesimlerle ahid/akidler yapmalarını ve yaptıkları sözleşmelere sadakat göstermelerini istemiştir (5/51, 16/91). Hz. Muhammed de, Medine’ye gelince oradaki gayrimüslimler ile bir toplumsal sözleşme imzalamış (Medine Vesikası) ve ona sonuna kadar sadık kalmıştır. Anlaşmayı Yahudiler ve Müşrikler bozmuşlardır. Hudeybiye Barış Anlaşması başta olmak üzere, Hz. Muhammed, birçok kabile ile anlaşmalar yaptığı bilinmektedir.

 Kur’an, genel bir ilke olarak: “Aranızda düşmanlık durumu olan insanlarla belki de -ilerde- bir sevgi oluşabilir; onun için, Allah, sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmaya zorlamamış (öteki) kimselere iyilik etmekten ve onlara adil davranmaktan men etmez; Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder” (60/7-9) demiştir. Savaşın gerekçesi şöyle ortaya konur: “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara -zulme uğramaları sebebi ile- savaş için izin verildi. Şüphesiz, Allah, onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar, haksız yere, sırf: “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmışlardır. Eğer, Allah’ın insanların (zalim olan) bir kısmını, buna karşı olan diğer kısmını (savaşa koşarak) defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir olurdu. Şüphesiz Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardı eder. Şüphesiz Allah, çok kuvvetli ve mutlak güç sahibidir” (22/39-40). Burada savaşın gerekçesinin bütün dinlerin müntesiplerinin din özgürlüğünü sağlamaya yönelik olduğu gayet açıktır.

Tanrı için kutsal olan, ne pahasına olursa olsun hayatın, yaşamanın bizzat kendinin kutsallığı değil; adaletli bir yaşamın kutsallığı olduğu için, Peygamber/Din tarihinde Nuh Tufanı’ndan başlamak üzere ‘Helâkler’ olarak bir “ilahi/metafizik” şiddet mevcuttur. Bütün bu şiddetlerde geçerli olmuş genel kural: “...bu durum, insanların kendi yaptıklarının sonucudur; Allah, kullarına zulümkâr değildir” (3/182, 8/51, 22/10).

Şiddet ne zaman meşrudur?

Ne kadar barışçı olsanız da, geleneksel-yerleşik bir hayat sürdüren bir toplumda yeni bir dini söylemin, alışkanlık ve taklide dayalı olarak yaşayan halkta bir münaferet yaratacağı kaçınılmazdır. Nitekim, onca barış, sevgi, affetme söylemlerine rağmen, Hz İsa, kendi toplumunda olacakları tahmin etmiştir: “Yeryüzüne barış getirdiğimi sanmayın; ben barış değil, kılıç getirdim. Çünkü ben, oğul ile babasının, kız ile anasının, gelin ile kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim; adamın düşmanları, kendi ev halkı olacak. Babayı veya anayı benden çok sevecek birisi bana layık değildir; haçını sırtına vurup arkamdan gelmeyen, bana layık değildir” (Matta, Bab: 10, 34-39). Hz. İsa’nın, yaşadığı müddetçe, fiili şiddete başvurmadığını biliyoruz. O halde bu söylem, kendinden sonra oluşacak zorunlu “Kurucu şiddeti” ima etmektedir. İlk dört yüz yıl boyunca Roma tarafından Hıristiyanlara uygulanan ‘şiddeti’ biliyoruz. Kurucu ve koruyucu şiddet, mevcut duruma göre gayri hukukidir; ancak, amacına göre ahlakidir. Amacı, zulmü ortadan kaldırmak ise, ahlaki; zulmü ortaya çıkarı yorsa, gayri ahlakidir. İlk kurucu yasayı fiiliyata geçirmek, performativ bir şiddet olarak, ne ‘haklı’, ne de ‘haksız’dır. Çünkü kurucu şiddettir; daha önceki bir hukuki düzene bağlı değildir. Bu nedenle, ancak kendinden önceki ve sonraki implikasyonlarına göre değerlendirilebilir. Kur’an’da varid olan ve Hz. Muhammed’in fiilen icra ettiği şiddet, kurucu ve koruyucu vasıfları ile ahlaken meşrudur. Çünkü, bütünü ile müminlerin kendilerini korumaya dönüktür. Ancak, İslam öncesi ve sonrası varid olan şiddetler için aynı şeyi söyleyemeyiz. İslam öncesi kabile savaşlarının çapul/ganimet ve kabile asabiyeti; Hz. Muhammed’in ölümünden sonra patlak veren iç-savaşın ise, Emevi valilerin sebep olduğu bazı adaletsizlikler ve hortlayan kabile asabiyeti olduğunu biliyoruz.

İslam’ın bütün barış çabalarına rağmen, Arapların cahiliyeden gelen Evs-Hazreç ve Haşimi-Emevi kabile düşmanlıklarını ve kabile asabiyetini sona erdirememiş; yeraltına çekilen düşmanlıklar, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra tekrar hortlamış ve “Cemel”, “Sıffin” iç-savaşlarına ve “Kerbela katliamına” sebebiyet vermiştir. İslam toplumu, ilk ikiyüzyıl boyunca (Abbasilerin sonuna kadar) iç barışını kuramamıştır.  Bu “sürekli şiddet” in biri Araplardan gelen antropolojik (kabile-ganimet/çapul); diğeri, teolojik olmak üzere iki esaslı-temel nedeni vardır. Tanrının ve peygamberinin şiddete başvurmak zorunda kaldığı bir toplumsal-siyasi harekette (“Peygamberle beraber olan müminler, kendi aralarında birbirlerine karşı merhametli; kafirlere karşı ise şiddetlidirler” 48/29). O toplumun şiddete teşne üyelerinin bunu kendi aralarında istismarla uygulamaları yüzde bin kaçınılmazdır. Hasılı, ilk iki yüzyıl içindeki yoğun ve sürekli şiddet sonucunda İslam toplumu 1- Bedevi-Arap kökenli Hariciler, 2- Mevali-Acem köken ağırlıklı Şiiler ve 3-Arap-Kureyş köken ağırlıklı Sünniler olmak üzere üç parçaya bölündü. Peygamberin kutsal karizması (otoritesi), Şiilerde Hz. Ali soyundan ‘imamet’ mitolojisi ile devam ettirilirken; Haricilikte ‘takva’ üstünlüğü teorisi ile eritildi; Sünnilikte ise Kureyş/Kabile karizmasına (Hilafet-Saltanat) dönüştürüldü. İslam’ın  getirmiş olduğu akide, kelam disiplini; toplumsal ilişkiler ise, fıkıh disiplini tarafından teorileştirilip/teolojileştirilip korunmuş ve sürdürülmüş iken; siyasi yapı, maruz kalınan şiddet yüzünden ne makul bir teolojiye, ne de doğru-işlevsel, kamunun maslahatına dayalı kurumsal bir yapıya kavuşturulamamıştır. Bir Alevi yurttaşımızın dediği gibi: “Ali’yi öldüren -daha doğrusu Osmanı ve Ömer’i de- bu toplum, politik düzlemde bir daha dikiş tutturamadı.”

Şiilik, Hz. Ali ve oğlu Hüseyin’in -samimi dini hamiyetlerine rağmen-, Hz. Ali’nin Haricilerin fanatizmi ve Emevilerin Kabile asabiyeti nedeniyle ortaya çıkan iç-savaşta öldürülmesinin yası, ağıdı ve intikamı üzerine kurulmuş bir mezheptir. Tarihte ve günümüzde ortaya koyduğu şiddet, Sünniliğe karşı yönelmiştir. Bunun tek istisnası, bazen İsrail’e karşı da savaşan “Hizbullah”tır.

Aklı yadsımak olmaz

Doğuşunda nassı, hadisi ve rivayeti merkeze koyarak  düşünmeyi/aklı yadsıyan bir itikad/dogma tarzı olan “Ashabu’l Hadis-Ehlü’l Eser (Hanbelilik)”, Kelam ve Fıkhın merkezinde olduğu Rey/Düşünce ekolüne (Mutezile-Hanefilik) karşı idi. Ortaçağlarda bu inanma tarzına “Selfiyye” dendi. Daha sonra gelişen Şafiilik-Malikilik ve Eşarilik, birinci ekolün köklerine sadık kalarak ikinciye öykünmesidir. Birinci ekol, ağırlıklı olarak Arap kökenli iken; ikinci ekol, ağırlıklı olarak Mevali-Acem (mühtedi) kökenlidir. Birinci ekol, saf bir püritenliği ve çocukça bir naivliği temsil ederken; ikincisi, evrenselleşme idealini ve düşünsel bir olgunluğu ifade eder.  Her ikisi birlikte politik “Sünnilik”in alt entelektüel/ekol şubeleridir.

Binsekizyüzlü yıllarda Arabistan’da ortaya çıkan “Selefilik-Vahhabilik” düşüncesi/dogmatik itikadı ve politik hareketi, erken dönemdeki Hariciliğin ve Hanbeliliğin kültürel-genetik bir sentezi olarak tezahür etmişti. Bu hareket, -İngilizlerle işbirliği yaparak- Osmanlı devletine isyan edip “Suudi Arabistan” devleti olarak doğdu.

Şimdi asıl soru şudur: Seksenlerden sonra ABD, İngiltere ve İsrail’in -İsrail’in güvenliği ve petrolü kontrol altında tutmak için, İslam-Arap toplumları üzerinde uyguladıkları baskı ve şiddete karşı ortaya çıkan ve şiddeti-terörü, savaşı benimseyen Taliban, İslami Cihad, Hamas, Hizbullah, El-Kaide, Boko-Haram, Eşşebab, İŞİD... örgütlerinin ‘selefi’ oluşları ile, İslam toplumunun gerek oluşum sürecinde (610-632, Kur’an-Sünnet), gerekse erken (selef) iki yüz yılındaki dönemde “sürekli savaş/şiddet”in arasında nedensel-özsel-örneksel bir ilişki yok mudur? Benim kanaatime göre vardır. Arap coğrafyası ve antropolojisi, vahyin iniş sürecinde Müslümanlara karşı müsamahasızlığı ve onları ortadan kaldırma insiyakını doğurduğu gibi;  Hz. Muhammed’in ölümünden sonra her şeyi pür şiddet olan Haricilik gibi bir politik-dinsel mezhebi; Selefilik gibi bir teolojik-dinsel itikad tarzını ve Vahhabilik gibi bir politik-dinsel ideolojiyi doğurdu. Bugün de bölgenin yüz yıl önce İngiltere ve ABD tarafından etkilenen iç totaliter politik yapısı ve ABD; İngiltere ve İsrail’in bölge halkı üzerinde yarattığı daimi baskı, aşağılama ve zulümler, çöl koşulları ile aynı olduğu için, katı, fanatik, bağnaz ve dogmatik “Selefi”liği doğurmuştur; daha doğrusu, genetik şuur altını açığa çıkarmıştır. Bugün o düşünceye hayat veren real-politik koşullar, yirminci yüzyılın başından itibaren Batının desteğinde kurulan seküler-milliyetçi/kabileci, tek partici veya askeri diktatörlükler ve seksenlerden sonra ABD ve İngiltere’nin bölgeye sarkıntılığıdır. Psikolojik olarak söylersek, -temsilde hata olmaz-: “Aç it, fırın yıkar” veya “Kediyi köşeye sıkıştırırsan yüzüne sıçrar.” Varlık içinde yoksulluk, insanları radikalleştirir: Özgürlükten yoksunluk, ekonomik yoksunluk ve zihinsel sefalet: “Cahil, cesur olur.” Bu tip insanların, profesyonel istihbarat örgütlerinin her türlü manipülasyonuna hazır olmaları da, en basit bir gerçektir.

Selefi mantık...

Bugünkü ‘selefî’ örgüt mensubu intihar bombacılarının camiye girip “Allhu Ekber” nidaları ile kendilerini patlatarak uyguladıkları şiddetin, gerek haklılığı, yoğunluğu ve gerekse tarzının,  Allah ve Hz. Muhammedin uyguladıkları şiddetten alabildiğine farklı olduğu, apaçık bir gerçektir. Bu sapmayı veya saptırmayı, hem aradaki zamanın uzunluğu, hem de insanın kıyas yaparken içinde bulunduğu cehaleti, zaafı, sıkıştırılmışlığı ve hinliği ile açıklayabiliriz. Ancak, öncelikle, Tarihsel Kritik yöntemi ile Tanrı’nın bütün peygamberler aracılığı ile insanlara tavsiye ettiği ve özünde barışı, sulhu, selameti, sükuneti, affetmeyi içeren evrensel/cihanşümul İslam ‘dava’sı ile, yedinci yüzyılda bunun son bir yenilenmesi olan Hz. Muhammed ve Arapların hayatındaki ( çöl, huşunet seciyesi, kabile asabiyeti...) özel (şeriat) koşullardan kaynaklanan ‘arızi’ durumu birbirine karıştırmamak gerekir. Bu ayırımı yapamayan ve Tanrının bütün sözlerini bir kere ve bütün zamanlar için, herkes için ‘ölçü’ kabul edenler, bugün Kur’an’daki ve Hz Muhammed’in hayatındaki şiddeti yok saymak veya kendi cinnet hallerini meşrulaştırmak için akıl almaz komikliklere düşmektedirler. Eğer bugün, bütün insanlık için evrensel bir “İslam” oluşturmak istiyorsak, tarihi/toplumsal olan ile evrensel insani/ahlaki olan ilkeleri birbirinden ayırmak zorundayız. Söylenmiş sözlerin (Ayet-Hadis), yaşanmış olan fiili tecrübelerin tümünün ontolojik olarak “Din” olduğuna inanıyorsak, yapacak bir şey yok demektir. Oysa, her daim olup biten yeni olgular ve olaylar üzerine yeni ‘hak’ söz söylemek ve “sözleri dinleyip en güzeline uymak” (39/18), İslam’ın “yaratıcı yenilenmeci (tecdid-Hareketli cevher)” özüdür.

[email protected]

KAYNAKLAR:

1-Kurşun, Zekeriya. Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti, Vahhabi Hareketi ve Suud Devletinin Ortaya Çıkışı. T.T.K. yay.Ankara.1998. s,60.

2-İbn İshak, Sire,III/251; İbn Hişam, Sire, III/58-59; İbn Sa’d, Tabakat, II/33

3-İbn Kesir, Sire. II/223-54.