Sisi darbesi ve el-Ezher’in sicil karnesi

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - Çukurova Ünv. İlahiyat Fak.
27.07.2013

El-Ezher ulemasından yükselen darbe karşıtı ses, çok güzel bir örnek oluşturmuştur. Böyle örneklerin çoğalması hem el-Ezher ve Mısır’a hem de topyekûn İslam dünyasına izzet ve itibar kazandırır.


Sisi darbesi ve el-Ezher’in sicil karnesi

3 Temmuz’da General Sisi tarafından Mısır’da darbe ilan edildi ve bu darbeyle Mursî yönetimine son verildi. Müteakiben, İslam dünyasının en eski dinî eğitim kurumu olan el-Ezher’in başındaki Şeyh Ahmed et-Tayyib’ten, “Darbe hiç fena olmadı” mealinde bir açıklama geldi. Bunun ardından Ezherli ulema darbeye karşı sesini yükseltti ve Şeyh et-Tayyib’in istifasını istedi. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de -pek alışık olmadığımız bir şekilde- iç politika malzemesi gibi ele alınıp tartışıldı. Bu arada kimi dikkatler Şeyh et-Tayyib’in darbe yanlısı açıklamasına atıfla el-Ezher üzerinde yoğunlaştı. Şiî Fâtımîler tarafından kurulan ve ismi muhtemelen Hz. Fatıma’nın Zehra lakabından mülhem olan el-Ezher (çok parlak, çok güzel) bin küsur yıllık tarihî geçmişe sahip bir kurumdur. Bidayette Fâtımî halifesi Muiz-Lidînillah’ın emriyle, hicrî 359-361 (970-972) yılları arasında vezir Cevher Sıkıllî tarafından Kahire şehrinin Cuma camii olarak yaptırılan ve Fâtımîlerce Şiî-Batınî davet ideolojisine hizmet aracı olarak kullanılan bu kurum Eyyûbîler döneminde (1171-1272) eski prestijini kaybetmiş ve aynı zamanda Sünnîleştirilmiştir. Yaklaşık bir asır sonra Memlük Sultanı Zâhir I. Baybars zamanında yeniden prestij kazanan el-Ezher külliye haline getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Kahire’yi ele geçirmesiyle el-Ezher’de Osmanlı dönemi başlamıştır. Bu dönemde el-Ezher’e büyük ihtimam gösterilmiştir. Osmanlı idaresi el-Ezher’in ilmî rolüne müdahalede bulunmadığı gibi mali kaynaklarına da dokunmamıştır. Yine Osmanlı idaresi dinî ve ilmî işlerden sorumlu şeyhü’l-ezherlik makamını ihdas etmiş ve el-Ezher’e hürmetin bir göstergesi olarak şeyhin seçimini buradaki ulemaya bırakmıştır.

Ezher vatanseverliği

1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgali sırasında el-Ezher vatanseverliğin kalesi olmuş ve 20 Ekim 1798 günü Kahire’de el-Ezher ulemasının önderliğinde işgalci güçlere karşı bir halk ayaklanması başlamıştır. el-Ezher bir asır sonra İngiliz işgaline karşı yürütülen direnişin de kalesi olmuş, 1916 ayaklanması el-Ezher camiinin minberinden halka yapılan çağrılarla başlamıştır. Diğer taraftan el-Ezher uleması özellikle Osmanlıların son dönemlerinde halk ile yöneticiler arasında köprü vazifesi görmüş, halkın taleplerini devlet makamlarına iletme hususunda tavassutta bulunmuştur. Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile el-Ezher uleması arasındaki mücadele sürecinde el-Ezher’in siyasi ve ilmî alandaki nüfuzu zayıflamıştır. Son dönemde ise Muhammed Abduh ve talebesi Mustafa Merâğî el-Ezher’in ıslahı yönünde büyük çaba göstermişlerdir.

Mısır’da krallık rejimine son veren 1952 darbesinde çok etkin bir rol oynayan Cemal Abdünnâsır 60’lı yılların başında hız verdiği devletleştirme politikası çerçevesinde, eski ıslahatların yeterli olmadığı gerekçesiyle meclis başkanına el-Ezher’le ilgili özel bir kanun teklifi göndermiştir. 6 Temmuz 1961’de kabul edilen bu kanunda el-Ezher’e Arap asıllı bir tüzel kişilik atfedilmiş ve aynı zamanda kurumun deruhte edeceği milli görev belirlenmiştir. Yine bu kanunda Cumhurbaşkanı’nın kararıyla el-Ezher’den sorumlu bir bakan tayin edileceği ve el-Ezher şeyhinin dinî konularda en büyük otorite olduğu belirtilmiştir. Bu tarihten itibaren el-Ezher’in kurumsal kimliği Arap milliyetçiliği fikrini bayraklaştıran bir siyasi iradeye tabi kılınmış, buna paralel olarak da kurumun sicil karnesinde kırık notlar çoğalmaya başlamıştır. Nâsır döneminden bu yana el-Ezher’in tarihî asalet ve karizmasına mütenasip bir misyon üstlendiğinden söz etmek pek mümkün değildir. Bilakis o günden bugüne el-Ezher uleması dinî alanda skolastik fetvalar yayımlamaktan, toplumsal meselelerde inisiyatif alma hususunda ise balta sallayanın “ıh” diyeni olmaktan fazla bir iş yapmamıştır. En nihayet hâli hazırdaki Ezher şeyhi gerek Ortadoğu’daki ulvî(!) çıkarları adına Mursî’nin devrilmesini memnuniyetle karşılayan Batılı devletlerin, gerek Arap Baharının yarattığı atmosfer sebebiyle kendi saltanatlarının bekasından endişe duymaya başlayan, bu yüzden de Mısır’ın Lübnanlaşmasından hiç rahatsız olmayacakları anlaşılan Suud ve körfez ülkelerindeki monarkların, gerek kendi ülkesindeki Mübarekçi elitlerin ve gerekse bizim memleketteki Laikçi-Kemalist çevreler ile Geziciler’in takdirini kazanacak bir işe imza atarak hem Mısır’daki Müslüman halka ihanet etmiş, hem de el-Ezher’in sicil karnesine çok kırık bir not daha eklemiştir. 

Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki Nâsır’ın dayatma kanun marifetiyle el-Ezher’e biçtiği rol ile Türkiye Cumhuriyeti’nde kurucu iradenin Diyanet işlerine biçtiği rol hemen hemen aynı mahiyettedir. Diyanet, Osmanlı devlet nizamında şeyhülislam tarafından temsil edilen Meşîhat makamının yerine ihdas ve ikame edilmiş bir kurum hüviyetindedir. Meşihat makamı dinî konularda fetva vermesi, devlet yönetimiyle ilgili temel ilke ve kanunların vaz’ında söz sahibi olması yanında ilmiye sınıfı tarafından yürütülen yargı, eğitim ve öğretim işlerine de müdahil bir konuma sahipti. 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla Şer’iyye ve Evkaf vekâleti kaldırılarak yerine başvekilliğe bağlı Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Bu kanunla Diyanet’in görev ve yetki alanı İslam dininin inanç ve ibadetlerle ilgili hükümlerinin yürütülmesi ve ibadet yerlerinin belirlenmesi işiyle sınırlandırıldı. 

Diyanet ve Ezher’in fonksiyonu

El-Ezher ile Diyanet’in tüzel kişiliklerinin mukayesesine gelince, el-Ezher’in Arap asıllı tüzel kişiliğine mukabil Diyanet’in teşekkülünde sarih bir Türklük imgesi vurgulanmış değildir ve fakat bu imge kurumun ruhuna içkindir. Nitekim Diyanet’in iç bünyesinde yetişmiş ve zaman içinde her birimine yerleşip kökleşmiş eski kadroların -ki hali hazırdaki yönetici irade bu taşlaşmış kadrolarla büyük mücadele vermektedir- çoğunlukla milliyetçi, mukaddesatçı ve muhafazakâr bir düşünce yapısına sahip olması önemli bir göstergedir. Diğer taraftan gerek Nâsır sonrası el-Ezher’in, gerek Diyanet’in dinî ve ilmî alanda Sünnî İslam’ın en dar yorumlarına sahip çıkması, bu iki kuruma biçilen rollerdeki örtüşme hususunda ciddi bir ipucudur. Diyanet’in Haseki diye bilinen eğitim merkezlerinden mezun olanlar ile el-Ezher diplomalılar sanki aynı sınıflarda okuyup aynı okuldan mezun olmuş gibidirler. Zira her iki kurumdan yetişenler iyi seviyede Arapça bilgisine ve çetin ceviz Arapça metinleri rahatlıkla okuyup anlama melekesine sahip olmalarına mukabil, dinî düşünce-tasavvurda umumiyetle fikr-i sabitlik ve sıfır esneklikle mümeyyizdirler. Bunun temel sebebi, el-Ezher’in ve Diyanet’in dinî-fikrî alanda hemen hiçbir taşın yerinden oynamamasında aşırı titizlenmesidir. Bu titizlik en azından bir yönüyle din-devlet ilişkisinin keyfiyetiyle ilgilidir. 

Diyanet’e atıfla söylersek, dinî düşünce ve anlayış ne kadar sabit ve standart olursa o kadar iyi ve makbuldür. Çünkü din milleti bir arada tutan, üniter yapıyı koruyan en temel unsurlardan biridir. Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti’ndeki en köklü ve sarsılmaz iki kurumdan biri Türk Silahlı Kuvvetleri, diğeri Diyanet’tir. Bu kurumda kök salmış kadroların genellikle milliyetçi, mukaddesatçı ve muhafazakâr çizgide olması kesinlikle tesadüf değildir. Haddi zatında Diyanet’in temel misyonu ile milliyetçi-muhafazakâr zihniyet birbiriyle örtüşür niteliktedir. Çünkü Diyanet ve milliyetçi-mukaddesatçı zihniyet için din vatan, millet ve ulus devletin bölünmez bütünlüğüne sağladığı katkı nispetinde daha değerli ve önemli bir şeydir. Bütün bunlar Nâsır’ın Arap asıllı tüzel kişilik kazandırdığı el-Ezher için de geçerlidir. 

Arap milliyetçiliği ve Ezher

El-Ezher şeyhinin darbecilerle aynı safta yer alıp sözde ehven-i şer gerekçesiyle darbeyi meşrulaştırmaya çalışması 1960-70’li yılların Türkiye’sindeki milliyetçi-mukaddesatçı zümrenin, sözgelimi Necip Fazıl Kısakürek’in komünizm tehdidine müstenit darbe taraftarlığını anımsatmaktadır. O dönemde komünizmi din ve milliyetin can düşmanı olarak gören Necip Fazıl, toplumun tüm kesimlerini teftiş edecek bir hafiye teşkilatı kurulmasını bile önermiştir. Komünizmle ilgili tehdit algısının muhafazakârlaştırıcı etkisi Necip Fazıl’ın 12 Eylül 1980 darbesine verdiği destekte görülebilir. 

“Bu hareket olmasaydı devlet olmayacak, millet yerinde kalmayacaktı” ifadesiyle 1980 darbesini tebcil eden Necip Fazıl dinî alandaki ıslah-tecdit taleplerini de İslam’ın can düşmanı olarak algılamıştır. Bu muhafazakâr İslamcı tavrını milliyetçilikle de bağdaştıran Necip Fazıl bir yandan ulus devlete sadakati dinî unsurlarla pekiştirme, öbür yandan da millî kimliği dinîleştirme çabası içinde olmuştur. Bu anlayışta İslam yerli olmak kaydıyla benimsenir, hatta yerli malı İslam’ın benimsenmesine ayrı bir güzellik ve kutsiyet atfedilir. Buna mukabil içeriden ve dışarından yükselebilecek her türlü evrenselci İslami harekete karşı, tıpkı General Sisi’nin Mısır’ı radikallerden koruma vurgusu gibi, sıkı bir milliyetçi direnç gösterilir. Hâsılı, Mısır’daki darbeciler ile el-Ezher şeyhinin Mursî ve İhvan’a bakışı bizim topraklardaki milliyetçi-mukaddesatçıların evrenselci İslamî söyleme bakışından pek farklı değildir. Ancak şu da bir gerçek ki Mısır’daki darbeciler Mursî’yi ve İhvan-ı Müslimîn’i İslam referansından dolayı alaşağı etmediler. Kaldı ki darbenin gerekçesiyle ilgili kimi tezlere göre Mursî kendi iktidarını konsolide edememiş, ayrıca radikalleşme ve otoriterleşme eğilimi göstermiştir. Bütün bu gerekçeler, tıpkı Gezi olaylarında şahit olunduğu gibi, minare çalmaya kılıf uydurma mesabesindedir. Mısır’da minare maalesef çalındı ve kılıfı da uyduruldu. Hoş, bizim memlekette de kılıf en başından hazırdı, fakat bereket versin ki minare çalma işi akim kaldı. 

Bin yıllık gayret ve himmet...

Evet, Mursî ve İhvan siyasette dini referans aldıkları ve din üzerinden liberal ve seküler çevrelerin hayat tarzlarına müdahalede bulundukları için darbeye maruz kalmış değildir. Mısır darbesine destek koalisyonunda kimlerin yer aldığı, diğer bir deyişle ABD, AB, İsrail, Suudiler, Suriye ve Körfez monarşilerinin topyekûn bir darbe destek koalisyonu oluşturduğu dikkate alındığında, bu işin görünenden çok daha büyük bir iş olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Kendilerinin değer dünyasında varoluşsal anlamlar yüklenen demokrasi, halk iradesi gibi kavramların Mısır’daki darbeyle bilfiil ayaklar altına alınıp çiğnenmesi karşısında Batılı ülkelerin memnuniyet duyması ve çok çirkin bir çifte standartçılığa yaslanması bizim için sürpriz değil, hatta beklenen bir şeydir. Buna mukabil özellikle el-Ezher şeyhinin darbe lehinde konuşmak suretiyle hem kendi kurumuna hem de vatan ve milletine ihanet etmesi anlaşılabilir olmadığı gibi affedilebilir de değildir. 

Bu ve benzeri cürümler gerekçe gösterilerek el-Ezher’in mevcudiyetini sorgulamak ve artık ilga edilmesi gereken bir kurum olduğunu savlamak mümkün müdür? Kimileri bunun mümkün, hatta gerekli olduğunu düşünebilir. Ancak bize göre el-Ezher’in varlığını sorgulamak, İslam medeniyetine ihanetle eşdeğerdir. Kaldı ki Müslümanlar bu tür kurumları yolda bulmamıştır; bilakis el-Ezher bin küsur yıllık bir himmet ve gayretin ürünüdür. İslam dünyasının dinî, fikrî, ilmî kökleriyle bağlarını koparmış olmanın binbir çeşit travmasını ve savrulmasını yaşadığı şu modern zamanlarda, ilim ve kültür mirasımızın bin küsur yıllık abidesini ortadan kaldırmayı teklif etmek akıllara seza olsa gerektir. Aynı hüküm Diyanet için de geçerlidir. Zira Diyanet gerek tarihî-kültürel kimliğimizin gerek dînî-ilmî geleneğimizin müesses düzeydeki en önemli bakiyelerinden biridir. Aklıselimle düşünüldüğünde, yapılması gereken iş, sembolik açıdan da son derece değerli ve önemli olan bu kurumları yok etmek değil, öncelikle aslî ve özgün fonksiyonlarını icra edebilecek bir otonom yapıya kavuşmalarını sağlamak ve aynı zamanda hem fikrî-ilmî gelişmeye köstek yerine destek olma kabiliyetini haiz kurumlar haline getirmenin, hem de siyasi otoriteyle ilişkide Bizantinist karakterlerini izale etmenin yollarını arayıp bulmaya çalışmaktır. el-Ezher ulemasından yükselen darbe karşıtı ses, bu minvalde çok güzel bir örnek olmuştur. Böyle örneklerin çoğalması hem el-Ezher ve Mısır’a hem de topyekûn İslam dünyasına izzet ve itibar kazandırır. 

[email protected]