Türkiye özelinde başkanlık sisteminin ekonomi perspektifi

Dr. Mehmet Muş - AK Parti İstanbul Milletvekili ve MKYK Üyesi
6.02.2016

Türkiye’nin tek başına iktidar dönemlerinde kalkınma ve refah anlamında önemli mesafeler kat ettiğini, koalisyon dönemlerinde ise yerinde saydığını söyleyebiliriz. Ülkenin hem ekonomik hem de siyasal ve sosyal istikrarını kurumsallaştıracak güçlü bir başkanlık sistemine ihtiyacı vardır.


Türkiye özelinde başkanlık sisteminin ekonomi perspektifi

1 Kasım seçimleri sonrası Ak Parti iktidarı, ivedilikle seçim vaatlerini hayata geçirmeye başlamış ve bu vaatleri belirli bir takvime bağlamıştır. Ak Parti’nin 2011 yılında en önemli vaatlerinden biri olan Yeni Anayasa vaadi, 2015 seçimlerinde Başkanlık Sistemi vurgusunun daha da güçlendirilmesi ile yeniden yer almıştır. Yeni Anayasa Uzlaşı Komisyonu’nun tesis edilmesi ile birlikte başkanlık sistemi tartışmalarının gittikçe yoğunlaştığını ve tartışmaların Türkiye’nin selameti noktasında değil de muhalefet partilerinin siyasi ikbalini öncelediği ideolojik zeminde cereyan ettiğine şahit oluyoruz.

Kriz potansiyeli

Başkanlık sistemi tartışmaları, Türkiye siyasi tarihi için bugünün tartışması değil, geçmişi olan bir tartışmadır. 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından gündeme getirilmiş, fakat o dönemin neredeyse tüm siyasi yelpazedeki liderlerinin başkanlık sistemini olumlu refere etmesine rağmen somutlaştırılamamıştır. 82 Anayasası’nın cumhurbaşkanına güçlü yetkiler vermesi dönem dönem Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı arasında yetki karmaşası sorununu ortaya çıkarmıştır. Cumhurbaşkanı’nın doğrudan halk tarafından seçilmesi ile beraber bu karmaşa daha da gün yüzüne çıkacaktır. Mevcut durumda her iki makamda, aynı siyasi gelenekten gelenlerin bulunması karmaşa oluşturmazken, bu durumun sonraki dönemler için büyük kriz potansiyeli taşıdığı aşikardır. Çünkü cumhurbaşkanını doğrudan halk seçmeden önce faaliyetlerinin sorumluluğunu taşımayan cumhurbaşkanı, artık siyasi propaganda sonucu seçimle geldiği makamın siyasi hesabını bir sonraki dönemde verecektir. 

Dünyanın en büyük ekonomilerinin bulunduğu G20’de bulunan 19 ülkeden -Bir üye Avrupa Birliği- 8 ülke (ABD, Arjantin, Brezilya, Güney Kore, Endonezya, Meksika ve Güney Afrika) başkanlık sistemi, 2 ülke (Fransa ve Rusya) yarı başkanlık sistemi, 8 ülke (Hindistan, Avustralya, İngiltere, Japonya, Kanada, Almanya, İtalya ve Türkiye) parlamenter sistem, 2 ülke (Çin ve Suudi Arabistan) ise otokratik rejimlerle yönetilmektedir.

Parlamenter sistemin en başarılı örneklerinin bulunduğu Avrupa’da 2008 küresel kriz ve Avrupa borç krizi sonrası, koalisyon kaynaklı siyasal istikrarsızlıklar baş ağrıtmaya başlamıştır. Küresel krizden hala tam anlamı ile çıkamayan Avrupa, koalisyonlar ve zayıf hükümetler sebebiyle bir siyasal kriz tehdidi ile karşı karşıyadır.

‘Italicum’ yasası

İsveç’te 14 Eylül 2014’de yapılan seçim-ler sonrası sağlam bir koalisyon hükümeti kurulamamış ve azınlık hükümetine mecbur kalınmıştır. 2015 bütçesi görüşmelerinde azınlık hükümetine destek veren diğer partiler bütçeye destek vermeyeceklerini belirterek İsveç’i siyasal krize sokmuştur. Bu sebeple 22 Mart 2015’de tekrar seçim kararı alınmış ve sonradan sağlanan anlaşma ile erken seçimden vazgeçilmiştir. İspanya ve Finlandiya’nın son seçimler sonrası koalisyon kurma sıkıntısı yaşamaları, İngiltere’de dar bölge seçim sisteminin ortaya çıkardığı iki partili sisteme rağmen İngiltere’de tek başına iktidarın az bir farkla gelmesi, Belçika’da 2010 yılında yapılan seçimlerden 540 gün sonra koalisyonun kurulabilmesi, 2014 yılında yapılan seçimlerden dört ay sonra koalisyonun kurulabilmesi gibi süreçler Avrupa’da istikrar sorununu ortaya çıkarmıştır...

İtalya, 69 yılda 63 hükümet ve Avrupa borç krizinin başlaması ile beraber dört yılda dört hükümet değişikliği sonrası tek başına iktidarı “Italicum” yasası ile yasal güvence altına almıştır. Yasaya göre yüzde 40 ve üzeri oy alan siyasi hareket, Temsilciler Meclisi’nin yüzde 55’ine, bir başka ifadeyle 630 sandalyeden 340’ına sahip oluyor. Sandıkta hiçbir partinin yüzde 40’ı aşamaması halinde, en yüksek oyu alan iki parti arasında çoğunluk ödülünü alacak hareketin belirlenmesi için ikinci tur seçime gidiliyor.

Küresel kriz sonrası Avrupa’nın yaşadığı siyasi ve ekonomik acı tecrübeler sebebiyle artık mevcut sistemin çözüm üretmekte ağır kaldığını görüyoruz. Önümüzdeki süreçte bu durumun İtalya gibi diğer Avrupa ülkelerini de istikrasızlığa karşı önlemler almaya itecektir.

Koalisyonlar ve siyasi çöplük

Türkiye’nin siyasi tecrübeleri göstermektedir ki yaşanan ekonomik ve siyasal krizler, sosyal kaoslar, Türkiye’nin kalkındığı, refah ürettiği ve durakladığı dönemler itibariyle koalisyon dönemleri istikrarsızlığı, tek başına iktidar dönemleri ise istikrarı ifade etmektedir. Koalisyonlar yüzünden Türk siyasi tarihi hükümet çöplüğüne dönmüştür.

1970-1980 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde toplam 12 hükümet kurulmuş ve yaklaşık 10 aylık hükümet ömürleri ile cumhuriyet tarihinin en sık hükümet değişimi yaşanmıştır. Sık hükümet değişikliklerinin getirdiği siyasi istikrarsızlıklar hem 1970’lerin sonlarındaki ödemeler dengesi krizleri ve 1980 yılında yüzde 100’ü aşan enflasyon oranları ile hem ekonomik anlamda hem de cumhuriyet tarihinin en derin toplumsal ayrışmasının yaşandığı 80 öncesi olaylar ile toplumsal anlamda ciddi istikrarsızlıklar yaratmıştır. 1991-2002 arası dönemde ise yaklaşık 16 aylık ömürleri ile dokuz hükümet kurulmuştur. Tüm bu süreçler, Türkiye’nin sosyo-politik kültüründe koalisyonların fırsat değil, kriz oluşturduğunu açık bir şekilde göstermektedir.

Yeni Anayasa tartışmaları ile ağırlıklı siyasi ve hukuki açıdan tartışılan başkanlık sisteminin, küresel ekonominin geleceğine dair kuşkularının arttığı, Çin’in yeni ekonomik paradigması ile küresel ekonomik anlayışın değişebileceği, FED’in para politikasında normalleşme politikası ile piyasalarda sert oynaklıkların oluştuğu ortamda demokratik, diplomatik ve ekonomik kalkınmayı eşgüdümlü şekilde yukarı taşımak isteyen Türkiye’nin ekonomik sistemi üzerindeki etkileri de önemli hale gelmiştir.

En yıkıcı ekonomik krizler

Türkiye en derin ve en yıkıcı ekonomik krizleri olan 1978, 1994 ve 2001 krizleri, koalisyon dönemlerinde vuku bulmuştur. Koalisyon dönemlerinin birikimli yanlışları, biriken kriz potansiyellerine rağmen gerekli radikal, önleyici tedbirlerin alınmaması sebebi ile krizler, Türkiye ekonomine büyük darbe vurmuştur. 1970’lerde ardışık koalisyonlar dönemi yüzünden tesis edilemeyen güven ve istikrar ortamı, Türkiye’yi kısa vadeli borçlara mahkum etmiş, yalnız bu borçlar üretim ve yatırım yerine tüketimi ve ithalatı finanse etmekten öteye gidememiştir. 1974 yılından itibaren Türkiye ekonomisi için bunalım belirtileri ortaya çıkmış fakat iktidarlar gerekli tedbirleri almadığı için 1978 yılında ödemeler dengesi krizi yaşanmıştır.

Aynı şekilde 5 Nisan 1994 krizinin geleceği iki sene öncesinden belliydi. Dış ticaret açığı ve Türk bankacılık sisteminin dövizdeki açık pozisyonu finanse edilemeyecek seviyelere gelmiş, döviz kurları baskı altında tutulmuş ve bu durumun sonucu olarak yabancı sermaye çıkışlarıyla birlikte de döviz rezervleri hızla erimeye başlamıştır. Bütçe açıkları önemli seviyelere çıkmış ve sürdürülemez hale gelmiştir. Bir yandan serbest piyasada dövizin önlemez yükselişi, bir yandan kamu mali dengelerinin sürdürülemez hale gelmesi krizi kaçınılmaz kılmıştır. Dönemin koalisyon hükümeti yüksek bütçe açıklarında ısrar etmese idi, tüketicinin ve yatırımcının önünü görebileceği bir ekonomik yol haritası, bir istikrar programı açıklayabilse idi belki bu kriz gelmeden yatıştırılabilecekti. Ama dönemin koalisyon hükümeti ileride kendi siyasi ikbalini tehlikeye sokacağına inandığı gerekli radikal tedbirleri almaktan imtina etmiş ve artık Türk koalisyon hükümetlerinin genel karakteri haline gelen popülizme devam etmiştir.

90’lardaki koalisyonlu yılları ile Türkiye ekonomisindeki tüm makroekonomik göstergeler kronik sorun haline gelmişti. Yüksek faiz, yüksek kısa vadeli borç stoku, yüksek kamu borç yükü,  yüksek enflasyon, yüksek bütçe açıkları gösteriyordu ki Türkiye’nin 90’larda yaşadığı küçük artçı krizler yakın zamanda ana kriz olarak patlayacak ve Türkiye’yi hiç olmadığı kadar derin bir krize sokacaktır. Önce 22 Kasım 2000’de para krizi patlak verdi ve 13 özel banka (1998-2003 arası toplam 22 banka) ve çok sayıda aracı kurum battı. Bu krizle beraber artan piyasa faizleri ve bankaların ödeme güçlüğüne düşmesi, bankaların daha vadesi dolmamış kredilerini geri çağırması ile birlikte reel sektörün de daralmasına neden oldu ve kriz tüm ekonomiyi etkisi altına aldı. 19 Şubat 2001’de dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı arasında cereyan eden Anayasa kitapçığı krizi ile birlikte sürecin siyasal kriz ayağı da tamamlanarak Türkiye uzun yıllar bedelini ödemek zorunda kalacağı 2001 krizini yaşadı.

Milli gelir büyümesi

Yaşanan kriz süreci içinde TMSF’ye devredilen batık bankalar ve kamu bankalarının görev zararları için hazinenin çıkardığı devlet iç borçlanma senetlerinin 2015 sonu itibarıyla maliyeti 580 milyar TL olmuştur. Bu devlet iç borçlanma senetlerinin ödemeleri 2011 yılına kadar devam etmiştir. Eğer o dönem böyle bir garabet yaşanmasaydı, bugünkü kamu borç stokunu göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye’nin kamu borcunun olmadığından bahsedebilecekti.

Türkiye’de istikrar ve istikrarsızlık süreçlerine Türkiye siyasi tarih pratiğinden yola çıkarak tek başına iktidarlar ve koalisyonlar düzleminde bakarsak, milli gelir büyümesi noktasında tek başına iktidarlar sürecinin koalisyon dönemlerine göre çok daha başarılı olduğunu görebiliriz. Türkiye’de gerçek manası ile demokratik sürecin 1950 yılında başladığını kabul edersek tek başına iktidarların günümüze değin ortalama büyüme oranı yüzde 5,56 iken, koalisyon dönemlerinin (Darbe sonraları oluşturulan hükümetler istikrarsız dönemlere dahil edilmiştir) ortalama büyüme oranı yüzde 3,96 olmuştur. Bu dönemleri, küresel ekonomik büyüme trendleri içinde değerlendirmek resmi daha net ortaya çıkaracaktır. 1950-1960 döneminde Türkiye milli gelir büyümesinin küresel ekonomik büyümeye göre duyarlılığı 1,43’tür. Yani dünyanın yüzde 1 büyümesine karşılık, Türkiye yüzde 1,43 büyümüştür. Başka bir ifade ile yaklaşık 1,5 katı büyümüştür. Dünya Bankası büyüme rakamlarına göre 1961-1980 döneminde bu duyarlılık 1,05’e iniyor, 1983-1991 döneminde 1,46’a çıkıyor, 1992-2002 döneminde 1,2’e iniyor ve son olarak 2003-2014 döneminde 1,8’e çıkıyor. Bu resim açık bir şekilde göstermektedir ki büyüme performanslarında tek başına iktidarlar döneminde dünyanın yaklaşık 1,5 katı büyüme sağlanırken, koalisyon dönemlerinde ancak dünya kadar büyüyebilme sağlanmıştır.

Negatif büyüme

Türkiye 1950 yılından bu yana yedi yıl negatif büyüme ile kapatmıştır. Bunların ikisi (1954, 2009) tek başına iktidar dönemlerinde iken beşi (1979, 1980, 1994, 1999, 2001) koalisyon dönemlerinde gerçekleşmiştir. Özellikle 90 dönemi bir büyüyüp bir küçülme çarpıklığını göstermek için çok mühimdir. Bir büyüyüp bir küçülerek kalıcı refah oluşturamazsınız. Kalıcı refah ancak ve ancak sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir kalkınma ile gerçekleşir. Ak Parti döneminde “şu kadar çeyrektir kesintisiz büyüyoruz” kalıbının oturmasında da 90’larda yaşanan bu çarpıklığın bizlere yaşattığı acı yatmaktadır.

90’ların kayıp yıllar olarak nitelenmesinin nedeni de bu çarpıklık sonucu refah üretememesidir. 1991 yılında Anavatan Partisi’nin tek başına iktidarının sonlandığında kişi başına düşen milli gelir 3.577 dolar idi. 2001 krizi ile 3.019 dolara indi ve 2002 yılında 3.492 dolardı. 11 yılda bırakın refah artışını az bir miktarda olsa refah düşüşü yaşanmıştır. O dönemde dünyada kişi başına düşen milli gelir yüzde 23 oranında artmıştır. Ak Parti döneminde ise 3492 dolar olarak devralınan kişi başına düşen milli gelir 3 katına çıkarak 2014 sonu itibari ile 10.404 dolara yükselmiştir. Bu veriler ışığında Türkiye’deki 2002 yılında kişi başına düşen milli gelir ABD’nin yüzde 9,36’sı iken 2014 yılında yüzde 19,25’e yükseltmiştir. Aynı şekilde bu oran Avro Bölgesine göre yüzde 18’si iken 2014 yılında yüzde 28,87’e yükselmiştir. Türkiye son yıllardaki kalkınma hamlesi ile gelişmiş ülkelerle refah makasını kapatmaktadır.

Tüm bu veriler ışığında Türkiye’nin tek başına iktidar dönemlerinde kalkınma ve refah anlamında önemli mesafeler kat ettiğini, koalisyon döneminde ise yerinde saydığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin hem ekonomik istikrar ve gelişmişlik anlamında hem de siyasal ve sosyal istikrar anlamında istikrarını kurumsallaştıracak güçlü bir başkanlık sistemine ihtiyacı vardır. Uzun vadeli siyasi görünümün sabitleneceği bir zeminde yatırımcı ve tüketici güveni, ekonominin ivmelenmesinde başat aktör olacaktır. Ne kadar süre görev yapacağını bilen, güçlü bir siyasi iktidarın uzun dönemli istikrar ve kalkınma programlarını uygulama iradesi güçlenecektir ve siyasi ikbalini önceleyen popülist yaklaşımlarını asgariye indirecektir. Yatırımcılar seçimden sonra nasıl bir tablo ortaya çıkacak tedirginliğini azaltacak ve seçim öncesi anketlere sıkıştırılmış yatırım ortamı güvensizliğinden sıyrılacaktır. Bu olası tablonun öncü göstergesi olarak Ak Parti iktidarında tesis edilen istikrar neticesinde Kamu-Özel İşbirliği marifetiyle hayata geçirilen veya devam eden mega altyapı ve üstyapı projelerinin geldiği seviyeyi gösterebiliriz. Kamu-Özel İşbirliğinin başladığı 1986 yılından bu yana toplam 198 proje sözleşmesi yapılmış, toplam projeler 2015 fiyatı ile 115 milyar dolar tutarındadır. Bu projelerin 9 milyar dolar değerindeki 65’i 2002 öncesinde imzalanmışken, 106 milyar dolar değerindeki 133’ü 2002 sonrasında yapılmıştır.