Türkiye’de İslamcılık niçin köksüz?

İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ Hukukçu
25.05.2013

Gelenek müdafiliği ve modernizm tenkidi adına hareket edenlerin, cemaatlerinin gelecek plan ve hesaplarıyla haykıranların ve de sırf muhalefet olsun diye anlamsız şeyler söyleyenlerin koro halinde İslamcılığa hücuma geçmeleri hayra alamet değildir. Bir dönem solculara karşı göğüslerini gere gere “Akıncı”, “Ülkücü” ya da “Sağcı” olduklarını söyleyenlerin şimdilerde İslamcılığı ve İslamcıları tahkir için “kuruyemişçi”, “ simitçi” gibi yüksek zekâ tezahürü teşbih ve kıyaslarda bulunmaları manidardır. İslamcılık tenkidinin bir adabı ve seviyesi olmalıdır.


Türkiye’de İslamcılık niçin  köksüz?

İslamcılıktan bahsederken artık bir tavırdan, bir bakış açısından bahsettiğimiz malumdur. İslamcılık, İslam’ı verili/mevcut/modern duruma “tâbi” hale getiren değil, bu durumu dikkate alarak İslam adına yeni yorumlar üreten bir akımdır. Ancak bir kısmının zekâsından değilse de samimiyetinden şüphe duymakta mazur olduğumuz mahut koroya mensup bazı Müslümanların kötüniyetli bir yaklaşımla İslamcılığı oryantalizm ve modernizmle müradif ve müsavi görmesi hayli dikkat çekici olmalıdır. İslamcılık, salt tarih ve sosyoloji meselesi değildir; biraz da Müslümanlık meselesidir. Tek dertleri İslam olan ve gerek kendileri gerekse de üçüncü şahıslar tarafından “İslamcı” olarak tavsif ve takdim edilen çok sayıda insanın çeşitli sebeplerle seslerinin çıkmıyor olması mahut koronun tezlerinin kuvvetine (!) delil sayılmamalıdır.

İslam toplumunun Hint, İran ve Yunan kültür ve medeniyetiyle tanışması, hatta İslam’ın tecviz etmeyeceği derecede bunlardan etkilenmesinin “modern” tanışma ve modernizm olmadığını, modernizmin; aydınlanma, pozitivizm ve kapitalizmle anlam ifade eden yeni bir şey olduğunu “geleneğe” ittiba ederek kabul edelim. Kanaatimce geleneğin dünyasına ve zamanına ait fikrî-zihnî etkilenme “modern” döneme ait etkilenmeden daha problemlidir. Çünkü kadim kültür ve medeniyetlere ait “kurum ve değerler” transfer edilirken bunların bir kısmı çeşitli şekillerde kutsallaştırılmış ya da dinselleştirilmiştir. 

Geçmişte muhtemelen aktüel bir ihtiyaca binaen transfer edilen ve içselleştirilen bu değerler zaman içinde de dini bir mahiyet kazanmıştır. Yani verili/mevcut/aktüel durumu dikkate almanın neticesi ona ittiba şekline muhavvel olmuştur. Bunun çok iyi niyetli bir yorum olduğunu da ilave etmeliyim.

Nasıl ki geleneğin içselleştirdiği, hatta dinselleştirdiği yabancı kültür ve medeniyet kurum ve değerlerini benimsemekte ya da mazur görmekte bir beis görmeyen çok sayıda gelenekçinin sıra modern durumu dikkate alarak yeni bir yorum getiren İslamcılara gelince, onları modernistlik ve hatta oryantalizmle itham etmesi elde kaşık horon oynamak gibi bir şey olmalıdır. Aslında modern durumu dikkate almayan hemen hemen hiç kimse de yoktur. İstanbul’un iki ucu arası ne kadardır google’a sormadım ama Ramazan ayında her gün 90 km mesafe kat’eden bir Müslümanın seferiliği tercih ettiğini zannetmiyorum. “İllet”, “mekasidü’ş-Şeria” salt geçmişe değil bugüne de ait mefhumlardır.

İslamcılık son zamanlarda esasen AK Parti üzerinden ve iktidar bağlamında bilhassa Milli Görüş ve İskenderpaşa geleneğine mensup olanlarla geçmişte Beyazıt mitinglerinde organizatör olan bir grubun -ki bunların telifi de hayli müşkildir- bugün taahhüt gibi işlerle zenginleşmesi ekseninde tartışılmakta, “köksüzlüğüne” de işaret edilmektedir. İslamcılığın bir gelenek oluşturma bakımından köksüz olduğuna biz de pek itiraz etmemekteyiz. 

Ülkemizdeki İslamcılığın farklı bir seyir izlediği malumdur. İslamcılık gerek Osmanlı’da gerekse de Cumhuriyet’te daha ziyade devletle alakalı bir mefhum ve kurumdu. Böyle olması da tabiiydi; çünkü Osmanlı büyük bir imparatorluktu ve Türkiye de onun varisiydi. Ancak İslamcılık salt siyasi bir tavır değildi. Hiç olmazsa Kazan İslamcılığının siyasi bir iddiası yoktu. Kırım’da ise Kazan’daki İslamcılar yoktu. 

Ülkemizdeki İslamcılığın devlet merkezli olması onun köksüzlüğüne mani olamamaktadır. Ancak son dönem Osmanlı tarihini bilmesi gerekip de helva yemeye teşne isimlerin atladığı başka bir husus daha vardır: Gelenek çok kolay ve kısa sürede oluşmadığı gibi aslında geçmişte “İslamcılık”tan murad da Müslümanların bekasıydı.  Yeni Osmanlılar vatan ve millet mefhumlarını İslam merkezli tarif ederken Pozitivist Ahmed Rıza ile hareket eden ve pozitivist olmadıkları iddia edilemeyecek Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir bu mefhumları İslam’dan, Müslümanlıktan değil de Müslümanlardan yola çıkarak tarif etmeye çalışıyorlardı. Bunların tarifine göre Osmanlı’nın elinde kalan topraklardaki beka meselesi İslam merkezli değildi; Müslüman vasfını haiz insanlar merkezliydi. İslam dini, bizatihi inanç umdeleri gereği değil, geniş bir topluluğu gayrimüslimlerden ayrıştırıcı hususiyeti icabı bir değer ifade ediyordu. Mesela bu isimlerin Orta Asya Müslümanlarını Rusya’ya karşı kışkırtma düşünceleri de İslam’dan, İslam tasavvurundan değil, oradaki Türklerin Müslüman kimliğinden kaynaklanıyordu; bunu anlamak ve tespit etmek daha kolaydır. 

Yeni Osmanlılar milleti, vatanı tarif ederken bizatihi İslam’dan yola çıkıyor, Ali Suavi örneğinde olduğu gibi bunu Osmanlı hudutları haricinde de geçerli olacak şekilde kavramsallaştırmaya çalışıyorlardı. Oysa Jön Türklerin Ahmed Rıza kanadı mevcut tehlikeye karşı bir çözüm ararken pozitivizm ile İslam arasında sıkışmışlıklarını farklı şekilde aşmaya çalışıyorlardı ve buldukları şey hayli çarpıcıydı: “Müslümanlar”.  Bunlara göre Osmanlı Milleti kavramı-ki buna Türk Milleti de diyebiliriz- dinden mülhem değil, kimlikten, aidiyetten mülhemdi. Kısaca bunlar neticeyi, görüleni, görüneni, vakıayı esas alıyorlardı. İslam’a inanıp inanmamak mesele değildi; önemli olan Müslüman kimliğiydi. Osmanlı tarihinde Müslüman kimliğinin İslam’dan soyutlandığı, bağımsızlaştığı bu yeni durum hayli ilginç olmasına rağmen galiba pek dikkat çekmemiş olmalı. İslamcılık ise, her ne kadar Müslümanlara göre değil, bizatihi dinin kendisinin bilhassa siyasî pozisyonuna göre takınılan tavrı ifade ederse de onun için de somut, acil ihtiyaç Müslümanların bekasıydı. Çünkü Osmanlının son döneminde yaşamak adeta her gece kâbusla uyanmak gibi bir şeydi. Bu manada İslamcılar her mühim mevzuda sahnedeydiler. Osmanlı İslamcılığından bahsedilirken ya Yeni Osmanlılar’a ya da Abdülhamid’e atıfta bulunulur. Ancak ağızlarını doldurarak Namık Kemal ve Ali Suavi gibi isimlere sövmeyi bir meziyet addeden çok sayıda “muhafazakâr” Müslüman sıra Abdülhamid’e gelince onun İslamcılığını hiç hatıra getirmez. O, adeta masum imam gibidir. Namık Kemal’in haklı olarak içkisinden bahsedenler sıra Abdülhamid’e gelince onun içki imalatçısı mabeyncisini de hatırlamak istemezler. Oysa Namık Kemal’in günahı onun itikadını izale etmemektedir. Abdulbaki Gölpınarlı’nın şu ifadesi mühimdir: “Hiçbir tarikate intisabını, şimdiye kadar müspet bir surette bilemediğimiz Kemal’in, son zamanlarda hattâ tasavvufu maişet vesilesi ittihaz edenlerle bu meslekin müfrit şekillerine şiddetle muarız ve amelle mukayyet olmasa bile imanı tam, ârif, fakat tamamile nususa(naslara) mutekit bir Sünnî olduğunu oğlu merhum Ali Ekrem Bulayır söylerdi” (Namık Kemal Hakkında, Yay: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, İstanbul:Vakit Matbaası, 1942, s. 69). Maalesef hayli hacimli eserlere imza atanlar ya bu anekdota tesadüf edemediler, ya da malum nezaketleri bu anekdota değer vermelerine mani oldu. Mevzuu Abdülhamid ise onun İslamcılığı gibi Abdülhamid muhalifi ve kadınların Beyoğlu’nda açık saçık gezinmelerini alenen “...ospuluk” şeklinde yazıp ahlak ve sosyal nizama ağırlık verdiğini ispatlayan Ziya Paşa’nın gelenekçiliği de teferruattır. Oysa Osmanlı’da Yeni Osmanlılarla başlayan İslamcılığın bir gelenek oluşturamamasının sebebi Abdülhamid’ti. 

Abdülhamid, “bu ülkeye İslamcılık lazımsa onu da biz(devlet) getiririz” demiş, bu fikrin müelliflerine kan kusturmuş ama onların fikirlerini de devlet politikası haline getirmişti. Bu sebeple Yeni Osmanlılar için “kendileri mezarda, sürgünde; fikirleri iktidardaydı” denilse sezadır. İşte Osmanlı’nın orijinal bir gelenek oluşturmasının vasatı Abdülhamid döneminde zayıflamıştır. Çünkü devlet/Abdülhamid, İslamcılık politikasına sahip çıkarken, bu damarın besleneceği kaynakları kurutmuştur. Yeni Osmanlılık tasfiye edilirken ortaya onların zayıf yönlerini de tevarüs eden yeni ama problemli bir yapı olan Jön Türklük çıkmıştır. Aslında en eski İslamcılık fikri olan Yeni Osmanlılık, nisyana terk edilmiş, bir geleneğe kaynaklık etmesi engellenmiştir. İttihatçı İslamcılığı da esas itibariyle harp yıllarında müessir olmuş, o da sadece bu yönüyle değil, İslam’la ilgili tüm yönleriyle tasfiyeye uğramıştır. Ama Yeni Osmanlılık devam edebilseydi, Cumhuriyetle birlikte de tasfiye edilseydi dahi yeniden canlandırılabilirdi. Cumhuriyet’in baskıcı Tek-Parti idaresinde ise ne İslamcılar ne de sair Müslümanlar hiçbir varlık gösterememişlerdir. İslamcı addedilen birçok insan köşesine çekilmiş bugün İstiklal Marşı ve Çanakkale Destanı ile anılan ama Abduh tilmizliği derhatır edilmeyen Mehmed Akif ise-ilginçtir Akif’i bayrak yapan bir derneğinin bir üyesinin Abduh’a sövmüşlüğüne şahit olmuşluğumuz vardır-  bilindiği gibi bu topraklarda barınamamıştır bile. Ancak Osmanlı İslamcılarının hepten birbirinden bağımsız ve habersiz olduğu da söylenemez. Mesela İstiklal Marşı gibi İslamcı bir manifesto olan Misak-ı Millî’nin müellifi Hüseyin Kazım Kadri, Mehmed Akif’in Safahat’ta konuşturduğu ender isimlerden biriydi ve Meşrutiyet döneminin Said Halim Paşa ile birlikte en entelektüel İslamcısıydı. Büyük Türk Lügatı ve Nuru’l-Beyan (meal-tefsir) başta olmak üzere ciddi birçok çalışmanın da müellifiydi. Ayrıca, Osmanlı İslamcılığının bayrak ismi Namık Kemal’in de bir bakıma halefiydi; çünkü Hüseyin Kazım Kadri’nin babası Kadri Bey/Paşa’yla Namık Kemal iki  samimi dosttu ve ailenin diğer fertleri arasında da ciddî münasebetler bulunmaktaydı. 

 Neticede Türkiye, İslamcılık denilen bir “gelenek”le temayüz edememiştir. Tercüme İslamcılığı ile Osmanlı İslamcılığı meczedilememiştir. En hazini de  “vatan” şairi Namık Kemal, İstiklal Marşı’nı yazan Mehmed Akif ve Misak-ı Milli gibi bir manifestoyu kaleme alan Hüseyin Kazım Kadri unutulmuş, “Ermenileri soykırdık” diye yırtınan ve kendi milletine iftiradan imtina etmeyen aciz ve acizeler İslamcı olarak piyasada arz-ı endam etmeye başlamıştır. Ancak hiçbir şey için geç değildir ve İslamcılık bu topraklarda da bir “gelenek” oluşturacaktır.

Endişeye mahal yok, İslamcılık, kavramın tüm iticiliğine rağmen mana ve maksadı ile varlığını her daim muhafaza edecektir. 

[email protected]