Zamanın ruhu ve sünnetullah

Dr. Necdet Subaşı / Din Sosyoloğu
6.04.2013

Mevcut hayat tasavvurunu terketmeyi, mesela geleneği tüm ağırlıklarıyla birlikte atmayı, hâlihazırdaki zihniyet dünyasıyla çekişmeyi öneren ‘zamanın ruhu’nun kendi meşruiyetini nerden aldığı bugün hiçbir şekilde tartışılmamaktadır. Oysa bilgi, sermaye, küresel akışkanlık ve medyatik zihin yönlendirmelerinin etkisi dikkate alındığında mevcut heyecanın hiç de masum olmadığı açıkça fark edilir.


Zamanın ruhu ve sünnetullah

Zamanın ruhu, uzun bir aradan sonra gündelik popüler kavramlar arasındaki yerini almakta gecikmedi. Fransız Devrimi’nden beri kullanılıyor olsa da kavramın geniş bir skalada ele alınıp kabul görmesi modern zamanlara has bir durumdu. Öyle ki şimdi artık neredeyse herkes bu kavramın çekici ve büyülü dünyasına atıfta bulunuyor. Zamanın ruhu karşısında akan suların durması bekleniyor, bu ruha karşı gelmek akıldışı bir tutum olarak tasvir edilip reddediliyor. Kavram, hemen her türden beklentiyi karşılayacak bir çeşitlilik içinde yeniden kurgulanıyor, biçimlenip içeriklendiriliyor.

Aslında felsefi bir arka plandan beslense de kavramın bugün daha çok sosyal siyaset bağlamında kullanışlı bir araç olduğu dikkat çekiyor. Böylece zamanın ruhu, realiteler dünyasında kendine korunaklı bir yer bulmaya çalışan umut ve özlemlerle her daim yeniden hatırlanan bir referans havasında. İlk kullanımı Herder’e kadar uzanan kavramın derinlikli anlamına ulaşması için Hegel’i beklemek gerekiyor. Bugün Hegel’in kavramsallaştırmasından bir hayli uzaklaşılmış hatta avamileşmiş yeni bir kullanımında karar kılınmış olsa da kavrama yapılan hemen her atıfta özellikle beklenilen, yerleşik bilgi ve düşünce atmosferini gayrı meşru ilan eden yeni bir ortamın varlığına duyulması gereken inanç ve bu teslimiyetin bizatihi meşru olduğudur.


Hegel ve Zeitgeist



Hegel,Tinin Görüngübilimi’nin girişinde, içinde yer aldığımız zamanın bir ruhu (Zeitgeist) olduğundan söz eder. Ona göre mevcut zaman dilimi, hızlı gelişmenin yarattığı bir bilinçle farklı bir gelecek beklentisi arasında tüketilen bir geçiş anıdır: Tin şimdiye kadar gelmiş olan dünya ile gerek varlığında gerekse temsilinde bir kopukluk oluşturmuştur. Artık yeni birşey beklenmekte ve bu mütemadiyen hazırlanıp durmaktadır. Hiçbir şekilde durdurulamaz ruh gerçekte yeni bir dünyanın inşasına da işaret etmektedir. Nihayet bu dünya eskisinden ayrıldığı ve geleceğe doğru yöneldiği takdirde pekala yeni bir tarihi dönemin başlangıcı olacaktır. Bu artık şimdiki zamanın her anındaki yeniye gebedir, kendini yeniden üretir ve sürgit devam ettirir.

Esasen bu tasvir, modernliğin geçmişe dair her ne varsa onu neredeyse arkaik ilan eden temel esprisine denk düşen ilerlemeci bir dile de kaynaklık etmektedir. Böylece Hegel takip edildiğinde, şimdiki zamanın tarihi olarak içinde bulunduğumuz gerçeklik yeni dünyaların ufkunda önemli bir seçenek oluşturmaktadır.


Gerçeklik ama nasıl?



İçinde yaşadığımız dünyanın gerçekliğinin nasıl ve ne şekilde tanzim edildiği konusunda teologlardan sosyal bilimcilere kadar uzanan geniş bir yelpazede birbirinden farklı görüşlere ulaşmak pekâlâ mümkün. Nitekim İslam ilahiyatının anahtar kavramları arasında yer alan  “sünnetullah” kavramıyla da hayatın olmazsa olmazları bağlamında bir dizi kural, prensip ve kanuna atıf yapılmaktadır. Bugün modern ilahiyat dünyasında sünnetullah kavramı daha çok doğa yasaları etrafında üretilen fiziki biryapıyla ilişkilendirilse de yaygın kabul, Allah’ın cümle mahlûkatın kaderini kendi elinde tuttuğu ve mevcut evreni, içindekilerle beraber, ezelde ve ebedde her daim kendi yasalarına tabi kıldığı şeklindedir. 

Öte yandan sosyal bilimler de mevcut dünya düzeninin hangi kural ve kıstaslara, hangi prensip ve yasalara göre işlediği konusunda yer yer dinsel yorumlarla çatışmayı göze alan arayışlarıyla yeni birtakım açıklamalar yapma peşinde olmuştur. Esasta fiili düzenin hangi ilkelere tabi olduğu, toplumun fail olarak ağırlığının resmedilmesi gibi konular, hem teolojinin, hem felsefenin hem de başta sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin hemen her kompartımanında tartışılan temel konular arasında yer almaktadır.

Bu bağlamda Kuhn’un “paradigma” kavramı etrafında ifadelendirdiği, zihinsel düzeneklerimizin nasıl inşa edildiğine ilişkin teorik kurgusu, belli bir paradigmatik modelde kendimizin nasıl ve ne şekilde ikna edilmiş bulduğumuza dair oldukça zihin açıcı çözümlemeler sunmaktadır. Gerçekten de içine doğduğumuz dünya bizi birkaç temel argümantasyona teslim olmak üzere karşılamaktadır. Sonuçta verili paradigma, epistemik evren ve zihniyet dünyası içinde kişiliğimiz yapılanmakta ve mevcut sosyo-kültürel düzlemin olağan akışı hiçbir şekilde yeni bir kritiğe, eleştiri ve sorgulamaya ihtiyaç duyulmaksızın makul bir bilgi sistemi olarak kabul edilmektedir. İslami perspektiflerde insanın bu malum gerçekliğe kendi fıtratıyla katıldığı ancak süreç içinde gelgitler, etki ve müdahaleler sayesinde insan özünün ciddi anlamda bir deformasyona tabi kılındığına işaret edilir. Nihayet insanın her halükarda fıtratını takip etmesi bir kurtuluş sistematiği olarak tavsiye edilir.


Bir trafik mecrası olarak zaman



Öte yandan bu trafiğin bir-iki temel istisnasından da söz etmek gerekir. Peygamberler, bu makuliyet düzeni karşısında vahy temelli bir bakışın gereği olarak her zaman kritikçi, eleştirel ve ihtiyat sahibiydiler. Mevcut geleneğin önümüze getirdiği müktesebat, içinde zihniyet yapılarının, paradigmatik yönelimlerin, moda düşüncelerin temerküz ettiği bir sosyo-kültürel bağlama işaret eder. Peygamberler son tahlilde olağanlık kazanmış bu fikriyat karşısında teslimiyetçi değil yer yer sorgulayıcı yer yer de reddedici bir duruşla müdahaleci bir seçeneğe sahiptirler. Ne var ki peygamberler bununla birlikte sadece reddiyeci olarak değil kendi mesajlarıyla uyumlu ve süreklilik kazanmış kimi adet ve uygulamaları, düşünme biçimlerini de takdir ve teşvik etmekte hiçbir çekince ortaya koymamışlardır. 


Makulleştirilmiş zaman dilimleri



Yanı sıra içinde filozofları, bilim adamlarını, düşünürleri, sanatçıları, ehl-i irfanı kapsayan geniş bir spektrumda da entelektüeller, gündelik hayatın akışı karşısında her zaman özenli olmakla kendilerini yaygın kabuller dünyasından azade kılmışlardır. Sosyal düzenin akışı ve ilerleyişine damgasını vuran ölçütler, ilke ve değerlere ram olmamak konusunda entelektüeller, aydınlardan bir adım daha ileri giderek topluma rehberlik etme konusunda açıkça yalnız kalmayı ve itilip kakılmayı göze almışlardır.

Bu bağlamda yaşadığımız dünyanın karmaşık sosyal temsilleri içinde her birimiz, farklı gelenekler, imtizaçlar, makulleştirilmiş gündelik hayat rejimleri ve ortak zihniyet yapıları içinde varlığımızı idame ettirmekteyiz. Zamanın ruhu, bir anlamda peygamberlerin ve entelektüellerin tarihsel rol ve statülerinden bağımsız olarak bizi kendi gerçekliğine tabi olmaya çağıran yeni bir idrak biçimine işaret etmektedir. Mevcut hayat tasavvurunu terketmeyi, mesela geleneği tüm ağırlıklarıyla birlikte atmayı, hâlihazırdaki zihniyet dünyasıyla çekişmeyi öneren ‘zamanın ruhu’nun kendi meşruiyetini nerden aldığı bugün hiçbir şekilde tartışılmamaktadır. Oysa bilgi, sermaye, küresel akışkanlık ve medyatik zihin yönlendirmelerinin etkisi dikkate alındığında mevcut heyecanın hiç de masum olmadığı açıkça farkedilir. 



Dinselliğin dönüşümü


Bu durum dinselliğin temsilinde açıkça sorunlu alanlar üretir. Örneğin İslam geleneğiyle gündelik gerçekliğin değişken tabiatı dikkate alındığında her şeyden önce dinin temel sabitelerinin nasıl değerlendirileceği önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Varlığını temelde sabitelerine gösterilen titizliğe borçlu olan bir dinin günün rüzgârına kendini kaptıran popüler çıkışlarla her zaman problemli bir ilişkisi olmuştur. İslami gelenekte fıkıh gündelik gerçeklik dünyasında dinin günü yakalayan formlarına işaret eder. Bu bağlamda içtihad ve fetva, dinselliğin hayatla irtibatını her daim canlı tutan, sürekliliği besleyen esnek kanallardır. Yine aynı gelenekte dinin hayatın şartlarına uydurulmasından çok söz konusu şartları dikkate alan, hayatın kıyısını değil merkezini kendine üs edinen yeni bir dilde karar kılınması gerektiği sürekli bir ihtiyaç olarak vurgulanır.

İslam toplumlarının son iki yüzyılına damgasını vuran ve reformcu ve ihyacı gelenekler başlığı altında ele alınan yönelimler aslında zamanın ruhu karşısındaki temel mecraları özetlemektedir. Genel olarak “İslam’ı asrın idrakine söyletmek” şeklinde ifadelendirilen niyetin toplumsal bağlamı iki ayrı yönde farklılaşmıştır.

Zamanın ruhuna teslimiyeti önceleyen yaklaşımlar dinin yeni zamanlarda uyumlu bir referans özelliğini kısmen yitirdiği iddiasından yola çıkarak İslam’ı reforma tabi tutma noktasında son tahlilde baskın bir modernleşme dalgasına teslim olan radikal bir söylemde ısrarcıdırlar. Buna göre İslam yeni zamanların ruhuna tabi kılınmalı, mevcut durumda İslam öncelikli olarak kendi yük ve ağırlıklarından kurtarılmalıdır. Bu bağlamın bugün farklı muhitlerde seslendirilen çeşitli örnekleri arasında belki de en ilginç olanı İslam’ı yerel, bölgesel temsillerle biçimlendirmeye yönelik arayışlardır. 

Diğer bir yaklaşım ise ihyacı olanıdır. Bu yaklaşımda hayatın sürgit değişen yapısı, tabiatı ve yönelimlerinin farkında olmak önemlidir. Burada baskın olan ana tema hayatı ıskalamadan, yorgun ve bitkin düşmüş, hayatın gerisinde kalmış, kuşatıcılık iddiasını yer yer kaybetmiş bir söylem haritasına müdahale etmek, sabitelerle olan irtibatı yeniden güçlendirerek güçlü idrak biçimlerine yönelik kalıcı bir dil kurmaktır. Artık söz konusu olan bir canlandırma, yeni bir hayatiyet damarı keşfetmektir. 

Zamanın ruhuna tam bir teslimiyet öneren ve çoklukla moda ilgiler içinde gerçekleşen bir yönelim karşısında teyakkuzu elden bırakmamak tabii ki önemlidir. Ancak bundan daha da önemlisi bu teyakkuzu makbul kılmak adına her şeyden önce zamanın ruhunun dayandığı temel ilkelerin, sabite ve değerlerin ortaya çıkarılmasıdır. Bu gerçekleştirildiğinde zihnimizi yeni durumlara açık hale getiren bir rüzgâra illa da karşı çıkmanın hiçbir anlamı olmayacaktır. Önemli olan herhalde bizi karşılayanın ne olduğuna dikkat kesilmektir, ona uymak değil.

[email protected]