Üst soylardan alt soylara kalan miras

Sel gider kum kalır. Savaşlar biter geriye insanı şubat soğuğu gibi donduran gerçekler kalır. Bir gün bir kütük açılır da sayfalarından dramlar saçılır. Yazık şu insanlığa.

18 Şubat 2018 Pazar 07:00
Açık Görüş Haberleri

Vahdettin İnce / Yazar



EDevlet bir uygulama başlattı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına internet üzerinden üst ve alt soyunu öğrenme imkanını sundu. Birkaç saat içinde site kilitlendi. Sonrasında ise bu uygulama geçici olarak kaldırıldı. Çünkü vatandaşların yoğun talepleri siteyi kilitlemişti ve diğer uygulamalara da erişim imkanı kalmamıştı. İnsanlar ne çok merak ediyormuş soylarını. Ben soyumu biliyordum. Dedem kendi dedesine kadar bütün isimleri bana öğretmişti. Benim merak ettiğim, ilk kayda geçen hangi atamızdı ve nerenin nüfusuna kayıtlıydı. Bayağı bekledikten sonra gece üç civarında siteye girebildik. Dedemin bana öğrettiği gibiydi. Bir farkla. Dedem babasının isminin Muhammed olduğunu söylemişti, kayıtlarda Mehmet yazıyordu. Çocukluğumda bize öğretilen Heyderan aşiretine mensup olduğumuz ve Ağrı’nın Patnos ilçesinin bir köyünden Van’ın Erciş ilçesinin bir köyüne geldiğimizdi. Öyle değilmiş. Daha doğrusu köy doğruymuş ama Bitlis’in Adilcevaz ilçesine bağlıymış. Demek ki Cumhuriyetten sonra gerçekleştirilen idari yapılandırma sonucu atalarımın köyü Adilcevaz’a bağlanmış. Bir de sülalenin kadınlarının isimleri ilginçti. Atalarım ağırlıklı olarak kızlarına Hatice (Hece, Xecê), Zeyneb, Fatma, Hazal (Xezal) isimlerini koymuşlar. Mesela kayda geçen ilk büyük büyük babaannemizin adı Hatice (Xecê).Kayıtlara geçen ilk büyük büyük babamızın adı da Mustafa. Bugünlerin Kürtçe ve Türkçe uydurukça isimlerine bakınca geçmişimin karizmatik isimlerine hayranlık duydum.

Kardeşlere ayrı soyadı

Bir diğer ilginç taraf dedem ile kardeşinin soyadlarının farklı olmasıydı. İki kardeşe neden ayrı soyadı verilir anlamak mümkün değil. Dedem diyordu: Nüfus memuru kimi gördüyse tipine, duruşuna göre bir soyadı veriyordu. Adı soyadı ama soyla bir alakası yok. Uydurma soyadların yanında köylerin de isimleri yine belli bir merkezde orada görevli kişinin kafasına göre değiştirilmiş. Maksat bölgedeki Kürtçe ve başka dillerdeki isimleri Türk-çeleştirmek. Atalarımın geldikleri Adilcevaz’a bağlı köyün kayıtlardaki adı Gönlüaçık. Kime sorduysam tanımadı. Oysa babam, annem oradaki köylerin adını bilirlerdi. Sonunda internetten Gönlüaçık denen köyün orijinal adının Qereblax olduğunu öğrendim. Anneme sordum o da geldiğimiz köyün Qereblax olduğunu söyledi. Qereblax yani düpedüz Karabulak. Yani Türkçe. Niçin değiştirirsin zaten Türkçe olan ismini köyün. Anlaşılan memur efendi Qereblax’ın Karabulak isminin Kürtçe telaffuzu olduğunu bilmiyormuş. Bu da bir adkırımdır dedim. Tarihi bir ilçesi var Van’ın; Hoşab. Heybetli ve haşmetli de bir kalesi var. Adını Güzelsu diye değiştirmişler. Farsça hoş ve ab’ın tercümesi yani. Bunun adı da tarihkırımdır beyler. Allah’tan kimsenin aklına lokantalarda yediğimiz ve evlerde hazırlanan hoşaf (hoşab-hoşav)ın adını değiştirmek gelmemiş. Düşünebiliyor musunuz “Mirim, buyur sana bir güzelsu ısmarlayayım” demenin hiffetini. Yani hafiflik… Al sana kültürkıyım.

Yazık şu insanlığa

Kayıtlara geçen ilk atamızın adı Mustafa dediğim gibi. Mustafa’nın üç oğlu olmuş: Muhammed (Mehmet), Kasım, Ali. Bu üçünün çocuklarının birbirinden farklı soyadları var. Soykırım gibi bir şey dedim.

Bunlardan Kasım’ın hikayesi insanın ciğerine dokunan cinsten. Geçen yüzyılın 30’lu yılları. Ağrı’da olaylar var. Önce isyan, sonra katliam. Mo-dernleşme uğruna adkırım, tarihkırım, kültürkırım, artık insankırıma dönüşüyor. Geliyê Zilan’da korkunç bir katliam gerçekleştiriliyor. Erciş’te İstiklal mahkemesi kuruluyor. İdamların, zindanların, sürgünlerin haddi hesabı yok. Kasım dedenin payına sürgün düşüyor. Denizli’ye. Bütün malları müsadere ediliyor. Jandarmalar çoluk çocuğunun gözünün yaşına bakmadan koyun sürülerini önlerine katıp götürüyor. Kasım’ı sürgüne, geride kalan çoluk çocuğunu açlığa mahkum ediyorlar. 30’lu yılların Erciş’inde şartların ne denli ağır olduğunu tahmin edersiniz. Herkes aç, herkes korku içinde, herkes bir sığınak arıyor. Günlerce dağlarda, mağaralarda kalanlar mı dersiniz, ağaç kabuğuyla çocuklarının karnını doyurmaya çalışanları mı dersi-niz. Anlatılmaz bir dram. “Bila zikê meriv têr be bila ji qalikê dêr be” (insanın karnı tok olsun da ağaç kabuğundan olsun) atasözü o günlerden kalmış gibi. Kasım’ın bütün malları, koyun sürüleri müsadere edilince karısı Xezal kucağında bir yaşlarındaki kızıyla ortada kalıyor. İki de yetişkin oğlu var, ama onlar da dedemlerin eline bakıyorlar. Kasım’ın yeğenleri dedem ve abisinin kadıncağıza bakacak mecalleri yok. Xezal küçük kızıyla birlikte durumları nispeten daha iyi olan akrabalarının yanına gitmenin daha uygun olacağını söyler. Patnos’a akrabalarının yanına gider, daha doğrusu gitmek üzere yola çıkar, yanına küçücük kızını da alarak. Mevsim kış. Bahara kadar kimse Xezal’den herhangi bir haber almaz. Dedemler, Patnos’ta akrabalarının yanında, Patnos’taki akrabaları da dedemlerin yanında olduğunu düşünürler.

Karlar erir. Sürüler meralara salınır. Bir gün çoban eriyen karların arasında bir cesedi fark eder. Küçücük yavrusuna sarılıp can vermiş bir kadının cesedidir bu. Fırtınaya yakalanan Xezal köyden ancak bir iki km uzaklaşabilmiş meğer.

Sel gider kum kalır. Savaşlar biter geriye insanı şubat soğuğu gibi donduran gerçekler kalır. Bir gün bir kütük açılır da sayfalarından dramlar saçılır. Yazık şu insanlığa.

ince.vahdettin@gmail.com