Mustafa ÇİFTÇİ

mciftci@stargazete.com

Ecnebi, ‘vafıl’ koyar mı kızının adına?

Şimdilerde antibiyotik yazmaktan çekinen doktorları görüp de Haside Yenge’yi anmayan yoktur herhalde. Tanıyanlara zaten malum, tanımayanlara da biz tanıtacağız. Her şeyden evvel söylememiz lâzım ‘Haside’ bir tatlı ismidir. Üzüm pekmezinden yapılır. Onun adını kim koymuşsa ağzının tadı bozulmasın, ömür boyu dert gam görmesin istemiştir herhalde. Sormadan edemeyeceğim ecnebilerde de var mıdır acaba böyle adetler? Mesela kızının adını ‘vafıl’ koyan bir aileye rastlanır mı o topraklarda?  

Bende soru bitmez. Bu pazar günü bize ayrılan sayfayı benim cevapsız sorularımla hiç etmeyelim. Haside Yenge’nin kocası kepçe operatörü, İhsan. Ya da yiğit namıyla anılırmış, lakabıyla söylersek ‘Tin Ton İhsan’. Mânâsı, sağı solu belli olmayan bazen ‘Tin’ diyen bazen ‘Ton’ diyen bir dengesizlik abidesi. Rahmetli oldu gerçi ama çay ile turşu yiyecek kadar dengeden mahrum idi. Bir seferinde Almancıların getirdiği kahveden kırk fincan içmiş de doktora zor yetiştirmişlerdi. Doktor, “Tek seferde mi içtin yoksa gün boyu mu amcacım?” diye sormuş. Tin Ton İhsan; “Tek oturuşta...” diye gerinmiş, “...gün boyu kahveyle kim uğraşacak yeğenim doktor bey, tek seferde içtim” demiş. “Ben meşgul bir adamım.” diye de eklemiş. Yalan! En ufak bir meşguliyeti yoktu. Devlet dairesinde sürekli arıza çıkaran bir kepçenin operatörüydü. Kepçenin tamirde olmadığı zamanlarda kafasında hasır şapkasıyla, göbeğini kendinden evvel koltuğa yerleştirerek sanat icra ederdi.

Tin Ton İhsan fazla yemekten çatladı. Dedik ya denge problemi vardı. Çatladığı gün dört sıcak ekmek, yarım kilo tahin helvası, üç kase bal, beş kase kaymak yemiş. Sonra “Bana bir şeyler oluyor.” demiş. Hastaneye yetişemeden can vermiş. Can vermeden evvel son sözü; “Açın oğlum şu pencereleri daralıyorum.” olmuştur. Onun bu son sözünü kendine vasiyet bellemişti Haside Yenge. Kapı pencere ne bulsa açtırır, arada esen rüzgâra aldırmadan, cereyanı umursamadan otururdu. Çoluk çocuğu büyütmüş hepsi evli hepsi yuvasında mutlu iken Haside Yenge yalnız yaşayan ihtiyarların hemen hepsinde görülen can sıkıntısından mustarip idi. O sebepten sürekli gezerdi. Gezdiği yerlerde çok konuşmaz, lafa söze karışmaz, ikram olursa yer, olmazsa sessizce otururdu. Ancak bir huyu vardı ki kocasının sağlığında da bu huyu yüzünden eşinden çok azar işitmişti. Haside Yenge cebinde leblebi gezdirir gibi hapla dolaşırdı. Antibiyotikler, ağrı kesiciler, vitamin hapları, ne işe yaradığını kimsenin bilmediği haplar. Bu hapları kimi bulsa dağıtır. Başı ağrıyan, dişi sızlayan, yiyip de hazmedemeyen, yatıp da uyuyamayan kim varsa Haside Hala’yı ziyaret eder. Hala cebinden bir avuç hap çıkarır, haplara bakarak azıcık mırıldanır sonra içinden birini seçer. “Aha sana bir hap, ağrını on beş dakkaya keser.” derdi. “Benim ağrım yok ki uykusuzluğum var.” derseniz. “Tamam işte vücudundan ağrı sızı kesilince vücut rahata erecek tısıl tısıl uyuyacaksın.” derdi. Hapları alanlar için Haside Yenge’nin tıp bilgisi sınırsızdı. Ondaki hapların adını sormaya ta Amerika’dan bir profesür aramış da Haside Yenge, “...benim Amerikalıyla işim olmaz.” diyerek telefonu o saat çat diye kapatmış. Neden Amerikalıları sevmezmiş Haside Yenge? Çünkü kocasının kullandığı kepçe Amerikan malıymış ve sürekli bozularak kocasına eziyet veriyormuş. “Herifime faydası olmayan Amerika’nın bana ne faydası olacak?” diye sevmezmiş Amerika’yı.

Hap dağıtmaması için her çareye başvurdular. Önce muhtarı devreye soktular. Muhtar Haside Yenge’yi korkutacaktı güya. “Bana bak Haside senin küçüklüğünü de bilirim akıllı bir şeydin. Bu hap dağıtma işi nereden çıktı? Ben muhtarım. Yürüyen devletim. Devletin gölgesine basılmaz. Benim lafım yere düşürülmez. Artık hap dağıtmak yok.” Haside Yenge muhtar konuşurken gülmemek için kendini zor tutmuş. “Sen muhtar olmuşsun ama dükkanında Gripin satarsın. Sen hapı parayla veriyorsun devlet karışmıyor da ben bedava verince mi devletin zoruna gidecek?” demiş ve muhtarı bertaraf etmişti.

Hap dağıtma işini Bekçi Haydar’a havale ettiler. Bekçi Haydar nöbete giderken Haside Yenge’ye uğramış. Göbeğini düzelterek ve elinde copla konuşmuş. “Hakkında şikayet var hanım. Bu seferlik ben idare edeceğim amma hap dağıtma işine devam edersen karakolda soluğu alırsın” demiş. Haside Yenge de cevap vermiş. “Karakoldaki komserin altı yaşında bir sıpası var. Karın ağrısından kıvrandı da benim bir hapımla evvel Allah kendine geldi. Git derdini ona anlat.” Bekçi kısmı komserden kanserden korkar gibi korkar. Bakmış ki işin ucu komsere kadar çıkıyor. “Sen bilirsin Haside Yenge ben de senin iyiliğin için dediydim” diyerek uzaklaşmış.

Haside Yenge’yi hap dağıtma işinden soğutan olay ise bir dananın ölümüdür. “Haside Yenge karnımda ağrı var. Bir de nefesim kokuyor” diyerek hap isteyen bir vatandaş aldığı hapların tamamını danasına vermiş. Şöyle düşünmüş. Ben hastaysam aha bu dana da hasta. Bana bir hap yetiyorsa ona beş hap lazım. Bana iyi gelen hap ona dünden iyi gelir. Dana hapları kıtır kıtır yemiş ve çok sürmemiş yere uzanıp kalmış hayvancağız. Vatandaş danayı öyle cansız görünce telaşlanmış. Haside Yenge’nin tek başına kaldığı evi taş yağmuruna tutmuş. “Dananın gittiğine mi, karnımın ağrısının kesilmediğine mi yanayım?” diyerek olay çıkarmıştı. Haside Yenge’ye kimse suç bulmadı. Doktora gitmeyip kendini ve danasını tehlikeye atan adama kızdı herkes. Ama Haside Yenge bu durumdan korktu. “Dana yerine herif yatıp kalsaydı ben ne ederdim?” diyerek kendine dersler çıkardı ve hap dağıtımını azalttı.

İşte o günlerde yani hap dağıtımının azaldığı zamanlarda Almancılardan birinin sıpası elinde şeker ile dolaşırken Haside Yenge’ye yakalanır. Şekerler renkli renkli ve hap gibidir. İlgisini çeker Haside Yenge’nin o şekerden üç beş tane yer. Sonra çocuğun elinden tutar anasını bulur. Şekeri nereden aldıklarını sorar. Kadın da Almanya’dan aldıklarını söyler. Haside Yenge o saat bir muhasebe yapar ve “...bu şekerden bana çokça alsana.” der. 

Sipariş verilmiştir. Haside Yenge Almanya’dan kargo ile gelecek şekerleri dağıtacaktır hap yerine. Parasını peşin vermiştir. Bekler ama gelen giden olmaz. Almancı kadın ya unutmuştur ya umursamamıştır bu siparişi. Ve Haside Yenge Almanya’ya bir mektup yazmak ister. 

Biliyor musunuz o mektubu ben yazdım. Kısa bir mektuptu ve bir ultimatom gibiydi. “Şekerleri gönder yoksa buradaki evinizin camlarını indiririm. Camı kırık haneye berduşlar dolar, baykuşlar tüner. Hanenin harap olmasın istersen siparişleri gönder. İmza; Haside Çatak.” 

Ve mektubu gönderdik beklemeye başladık. Bekleme işi tüm mahalleye sirayet etti. Postacıya sıkı sıkı tembih edildi. Haside Yenge’nin kargosunu beklememiz askerlerin şafak sayması gibiydi. Bir türlü geçmiyordu. Herhalde artık Almancının camları indirecek Haside Yenge diyorduk ki kargo geldi. Hem de nasıl gelmek! Envai çeşit şekerle geldi. Paketi hep beraber açtık. Kadın, çoluk çocuk bayram yerine döndü Haside Yenge’nin evi. Ama herkes şeker istese de daha evvel kendinden hap alanlara öncelik tanıdı Haside Yenge; “Siz eski müşterimsiniz” diyordu gülerek. O gün herkese şeker düştü. Geriye kalanı da yine cebine doldurdu ve hap yerine Almancı şekeri dağıttı Haside Yenge.

Şimdi düşünüyorum da Haside Yenge o haplarla ve sonra da şekerlerle aslında kendine bir çevre edinmişti. O hapların bahanesiyle her eve girip çıkıyor, konu komşu yanında az veya çok bir yeri oluyordu. Şekerler işin içine girince çocuklar da onu çok sevdiler. “Almancının şekeri bitiyor haberiniz olsun...” dediğinde hemen mektuplar yazıldı. Yeni paketler istendi. “Parası neyse verelim yazıktır.” diyerek mektubun içine para bile koyuyordu Haside Yenge. Gelen şekerle onun gönderdiği para arasında dağlar kadar fark vardı. Ama hiç bir Almancı ondan şeker parası kesmedi. Haside Yenge öldüğü güne kadar şeker dağıtmaya devam etti. Geçen gün mevlüt okuttuk. Ve haplara benzeyen şekerlerden dağıttık tüm mahalleye. Şimdiki çocuklar, gençler hiç umursamadılar o şekerleri. Ama yaşı yetip de Haside Yenge’yi hatırlayanlar rahmet dilediler ona. Belki siz de dilersiniz bu yazıyı okuduktan sonra...