25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Kalbinden girdim meseleye...

Osmanlı musikisinin açık denizine süzülen Dr. Gönül Paçacı derdini tarihe not düşenlerden. “Neşriyât-ı Mûsıki: Osmanlı Müziğini Okumak” adlı kaynakça niteliğindeki çalışması VakıfBank Kültür Yayınları tarafından yeniden okura sunuldu. Çabasını “Hafıza tazeleyip, aşinalığı paylaşmak” olarak özetleyen Dr. Gönül Paçacı’yla bu deryada nasıl yol alınacağını konuştuk. 

ZEYNEP TÜRKOĞLU30 Mart 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Kalbinden girdim meseleye...

Müzik özelinde zamanın içinden geçerek düne uzanmak, bugüne dönmek, iki yaka arasında gidip gelmek sarsıcı bir yolculuk için bileti olmak demek. Çünkü “biz”in ve “müziğimiz”in anlamı üzerine düşünmeyi beraberinde getiren bu hem gerçek, hem muhayyel yolculuk,  kafa rahatını bozabilecek bir mecra. Öğrenciliğinden itibaren sorularla kendi rahatını bozup önemli çalışmalarla Osmanlı Musikisinin açık denizine süzülen Dr. Gönül Paçacı derdini tarihe not düşenlerden. On yıla yakın zaman geçmiş bahsedeceğimiz kitabının ilk basımından bu yana. Şimdi genişletilmiş ikinci baskısıyla “Neşriyât-ı Mûsıki: Osmanlı Müziğini Okumak” yeniden raflarda. 

Osmanlı müziği diye bir şeyden bahsettiğimizde geniş bir alana girdiğimi hisseder ve bu çaplı şeyden endişe duyarım; bilenin, sizin kast ettiğiniz şeyle bugün bu zevke yaklaşmakta zorluk çeken günümüz insanı olarak benim anladığım şey aynı şey midir? diye… Düşündürür beni bu. 

İyi ki düşünüyorsunuz. Bir kere bunu söyleyeyim. Ben zaten bazı soruların sorulması taraftarıyım. O sorulardan hareketle eğer açıklanması gereken şeyler varsa, bizler de çalışmak durumundayız buna. Kendi alanım için söylüyorum; kendi sorularımla başladım işe. Bizim ve biraz önceki kuşak, büyüklerimizden hep o kültür ve müzik tarihine mesafeli duruşumuzu ve o hassas ölçüyü kaçırmamaya çalışarak yetiştik. Aldığım eğitim, aile görgüm, dünyaya bakışım, biraz karışık bir noktaya geldiğinde, kendimi iyi hissedeceğim bir alan olarak Türk mûsıkisini seçtim. Bilerek bu ismi vurguluyorum. Bir devamlılığın özellikle sanat alanında, doğal ve yerinde oluşu kadar, bir kesikliğin, kopukluğun da hiç doğal olmayan, son derece nazik koşulları zedeleyici, problem yaratan bir durum olduğunu fark ettiğim anda, bizim kendimizi ait hissettiğimiz, içinde iyi hissettiğimiz, kendimize ait seslerin yer aldığı müzik evrenimizin, bugünü, dünü, ne nerede devam etmiş, ne nerede kopmuş, neyden neyi anlıyoruz… Bu soruları öğrenciliğimden itibaren kendime sordum. Hem alaylı bir bakışla hem akademisyen olma yolunda, biraz kalbinden girdim meseleye. Kendi kafa karışıklığım, benim için meseleleri daha sahih hale getirdi. Çünkü bir müzik yazılabiliyorsa eğer, o belgesine baktığınızda onu okuyabilmeniz, onu müziğin diliyle anlamlandırabilmeniz lazım. Eğitimde iyi hocalardan bunu öğrendik. Ama işin felsefesi, gerisinde yatan, o akış, bizi diyelim 200 sene evvelki bir bestenin ruhuna nüfuz etmeye yaklaştırmıyorsa, o sorular hep havada kalıyor. 

Müzik teknik yönü olan bir şey değil mi? notaya da geçiyorsa, “ruhu” dediğiniz şey nedir? 

Elbette teknik tarafı var. Ama bizim kendimizi ait hissettiğimiz bir alan olarak makam, usul, perde dediğimiz bir takım aslında teknik görünen fakat ruhu olan, çok da yazıya gelmeyen bir takım unsurlar ver. O unsurların zaman içinde icra ve tecrübeden hareketle, bir de görgülerin biriktirilmesiyle ancak anlaşılabileceğini düşünüyorum. Başa dönüp kısaca cevaplamak gerekirse Osmanlı musıkisi dediğimiz şey aslında bugün belli bir dönemden sonra Türk mûsıkisi lafına dönüştürülmüş, geçmişte kökleri olan, bizim kendimizi ait müziksel özellikleri barındıran, Şark-İslam geleneği içinde önemli bir şube. Bir imparatorluk müziği. O imparatorluğun kapsadığı kültürel özellikler, içindeki renkler, yaşam ve ifade biçimleri süzülerek müziğin içine geçmiş. 

Müziğin kendi zamanda ve zeminde bu kadar yaygın olunca, onu bir kitaba sığdırmak nasıl bir zahmet? 

Neşriyât-ı Mûsiki’nin üzerinden on yıla yakın bir süre geçti ama ihtiva ettiği malzemeye ilgim artarak devam etti. Üzerinde düşünmek fırsatı bulduğum adacıklar halinde ara ara yazılar çıkarsam da bu malzemeler genelde üzerimde taşıdığım bir sorumluluk duygusuna tekabül eder hale geldi. Zaten galiba insanın yaşı ilerledikçe, müziğin de bir tür sorumluluk duygusuyla karışarak anlam değiştirmesi kaçınılmaz oluyor. Direkt ya da dolaylı, daha fazla müzik belgesiyle rastlaşan herkesin ileride başına gelebilecek olan bu durum –çok sıradan bir deyimle- paylaşmanın cazip güzelliğini de çağrıştırıyor. Âşinalığı, yeni âşinalıklar yaratarak paylaşmak. Bir çeşit hafıza tazelenmesi, tazelenirken duyduğunuz zevke başkalarını ortak etmek. Zaten sanatın, sanatkârın temel endişesi de yaygınlaşmak, o hâlde her yol buraya çıkıyor. İlk baskıda bulunmayan yeni birçok güfte mecmuası ve nota ile genişletilmiş olan bu baskı, yine de eksiklerle malûl olacaktır, baştan teslim etmek isterim. İlk önsözde, “Böylesi çalışmalara hamle eden herkes bilir ki bâki kalan ‘Keşke biraz daha zaman olsaydı’ cümlesi olur” yazmıştım. Yine bâki, yine bâki. 

Sizce çalışmanın en ilgi çekici, en cazip tarafı nedir? 

Kitabın konusunu teşkil eden eski harflerle basılı müzik malzemeleri, yakın dönem sayılabilecek olan ancak ihtiva ettiği zihniyet değişimi, dünyayla ilişkiler ve benzeri nedenlerden dolayı önem taşıyan bir zaman aralığının belgeleri. Yalnızca kültür tarihi içinde değil, sosyal tarih içinde de değerlendirilmesi gereken bu malzemeden yansıyan en temel şey ‘değişim’. Tüm bu değişim sürecini öznel çıkarımlardan veya yerleşik genel kabullerden hareketle değil, birebir görebileceğimiz, izleyebileceğimiz çok renkli ve çeşitli belgelerden yararlanarak fark ettiğimiz bir alanda, müzik alanındayız. Kitaptaki malzemeye bakarak hızlıca örnek verirsek, saraylı bestekâr Leylâ Hanım ile kendi bastırdığı notaları Fatih Parkı’nda muhtemelen eserleri seslendirerek satan, adı günümüze hiç gelememiş Vâsıf Necdet Bey’in aynı düzlemde görüldüğü bir yerdeyiz. Ya da Tevfik Fikret’in “Hep kardeşiz” diye başayan şiirini hem Zekâi Dede’nin talebesi Muâllim Kâzım Bey’in hem de Gomidas’ın bestelediği bir atmosferde… Neresinden okursak okuyalım, çok heyecan verici. Türk müziğinin daha yoğun ve yaygın yaşayan tarafının icra olmasına rağmen, özellikle sesin kaydedilebildiği tarihlerden, yani 19. Yüzyıl sonlarından öncesinin daha muğlâk bir birikim olduğunu söyleyebiliriz. Hafızaya ve birebir meşk yoluyla aktarıma dayandığından, eserlerin değişme, dönüşme, anonimleşme ihtimalini sürekli göz önünde tutmak gerekir. Bireysel yorum, zevk, sosyal konum gibi hemen akla gelen etkenlerin üzerinde de, dönemin icra üslubu, anlayışı diye özetleyebileceğimiz lisanın vurgulanışından, enstrümanların yapı ve tınısına, değişken bir zemin mevcuttur. Tüm bu nedenlerle, seslerin kağıda geçirilmesi de bir o kadar farklılıklar içeren, muammaları bol bir süreçtir. Ali Ufkî ve Kantemiroğlu’nun 17. Yüzyıl ve öncesinde yazdıkları mûsiki eserleri bile, nota yazısının o dönemin ruhuna ne denli zor nüfuz edebildiğinin kanıtıdır. Kendi dönemlerinde notaya alınmış olsalar da, bu eserlerin pek büyük çoğunluğunun işitsel yolla dolaşıma girebildiğini söylemek güç görünmektedir. Sosyal hayat ve meşk halkaları içinde yer alabilen müzik eserleri, ancak toplumun hafızasından geçerek günümüze ulaşabilmiştir. 

Başlarda “ne-nerede kopmuş?” diye formüle ettiğiniz sorunun cevabı nedir? 

Osmanlı Türkçesi, Osmanlı’nın son dönemlerinde, konuşulan dilin yazıyla tam örtüşmediği gerekçesi ile özleştirmeci bir yaklaşımla irdelenmekteydi. Buna bağlı olarak alfabede değişim gerekliliği de sık sık dile getirilmekte, bu konu üzerine tartışmalar yaşanmakta idi. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren yükselmeye başlayan milliyetçilik fikri de, dilde ve diğer kültürel alanlarda başlatılacak olan değişim rüzgârlarını hızlandırmaktaydı. Arapça-Farsça yazan ve konuşan bir dünyadan kopmanın, eskiyle ilişkinin radikal bir şekilde kesilmesinin sembolik bir göstergesi olan harf inkılabı, dilimizin müziğini de dolaylı olarak değiştirmiştir. Türkçe’ye Arapça ve Farsçadan geçmiş olup yerleşikleşen kelimelerin içerdiği bazı harflerin seslerinin yeni alfabede karşılık bulamamasının, Osmanlı müziğinin “Arap-Fars-Bizans karşımı” ilan edilerek ara seslerinin terk edilmesi tercihiyle paralel olduğu söylenebilir. 

"Osmanlı musıkisi aslında imparatorluk müziği. O imparatorluğun kapsadığı kültürel özellikler süzülerek müziğin içine geçmiş."

“Sosyal hayat ve meşk halkaları içinde yer alabilen müzik eserleri toplumun hafızasından geçerek günümüze ulaşabilmiştir.” diyen Dr. Paçacı, “Neşriyât-ı Mûsıki: Osmanlı Müziğini Okumak” ile musikimizin hafızasını kayda alıyor

“OSMANLI MÛSIKİSİ, TAM YAZILAMADIĞI İÇİN DOĞRU OKUNAMAZ HALE GELDİ” 

Türk müziğinin basılmış örnekler üzerinden çözümleyebildiğimiz kadarıyla, Batı notası kullanımı hem bir zihnî değişimi, hem de karşılaştığı bu yeni müzik diline kıyasla kâğıt üzerinde kendini yeniden tasarlama ihtiyacını doğurmuştu. Aslında olup biten, bir alanı başka bir alanın kavramlarıyla anlamaya, aktarmaya çalışmaktan ibaretti. Ayrıca müzikte yazılı döneme geçiş ve basımla birlikte yaygınlaşma, hocanın otoritesini tersine çevirmiş, en azından hafifletmişti. 

Diğer taraftan bilginin paylaşıldğıı araçlar geliştikçe bilgi de boyutlanmaya başlamıştı. Notayla daha çok kişiye ulaşabilen eserler, melodinin takip ettiği ana çizgiye zaman içinde eklenerek, yayından yayına değiştiği görülen süsleme elemanlarıyla farklı şekiller almakta; eserler kaydedilebilir olunca da üslûp ve tegannî tarzları ile capcanlı bir müzik dağarı oluşmaktaydı. Ustadan çırağa nakledilen, dinledikçe ve icraya katıldıkça, hem yorumcu hem dinleyici açısında değişebilen muğlâk bir toplam, kolektif hafızanın uçucu şartlarından sıyrılıp kalıcı olabilmen bilinciyle oluşturulmuş külliyatlara dönüşmekteydi. 

Bütün bu müzik-yazı spekülasyonundan ve basılı müzik malzemelerinden hareketle şu önermeye işaret etmek çok mu paradoksal olacaktır: Hafızanın tedricen devreden çıkması sonucunu da içeren bu süreç tersine işlemiş, Osmanlı mûsıkisi, tam yazılamadığı için doğru okunamaz hale gelmiştir…