19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Kim demiş belgesel izlemiyoruz diye

Ülkemizde espri konusu edilip hafife alınsa da aslında ciddi bir belgesel izleme eğilimi var. Usta belgeselci Kerime Senyücel’e göre izleyici öteden beri iyi bir saatte ve tanıtımla ekrana gelen belgeselleri izler, hayatına dokunabiliyorsanız daha çok ilgi duyar.

ALİ DEMİRTAŞ14 Temmuz 2018 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Kim demiş belgesel  izlemiyoruz diye

Kerime Senyücel, 1975’ten 2017 yılına kadar çalışmış bir TRT emekçisi. 77’den beri ise profesyonel olarak belgeseller yapıyor.“Osmanoğlu’nun Sürgünü (2005)”, “Halfeti Suya Dönüşen Topraklar (1998-2000)” ve “Fatih Avrupa’nın Kaderini Değiştiren Adam (2013)” imza attığı başarılı işlerden bazıları. 

Belgesel alanındaki ilk ödülünü 1987’de “Sanatımızla Anadolu” ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden alan Senyücel, son ödülünü ise bu yıl aynı kurumdan “Bilûn: Sürgünün Son Tanığı” adlı belgeseliyle aldı. Şu sıralar ise bir Yavuz Sultan Selim projesinin hazırlığı içinde olan Kerime Senyücel ile hem belgeselin aslında ne olduğunu hem de son belgeseli “Bilûn: Sürgünün Son Tanığı”nı konuştuk.

İÇERİKTE YÜZEYSELLEŞTİK

Belgeselciliğin bir meslek olmanın dışında kendisi için ne ifade ettiğini sorduğumuz Kerime Senyücel, 77’den beri belgesel çekmeyi bir yaşam şekli, dünyayı algılama yolu ve toplumun belleğini oluşturma çabası olarak gördüğünü söylüyor. İşinin aynı zamanda hobisi, eğlence şekli ve hayatına renk getiren yaşamsal bir öge olduğunu belirten Senyücel, yapım öncesi hazırlıklarında yazılı, sözlü ve görsel kaynaklara ulaşmaya çalışırken her işinde yeni çevre ve insanlarla tanıştığını ifade ediyor.

Peki, belgesel kurmaca olabilir mi? Yoksa daima gerçeklikten mi beslenmelidir? Senyücel’e göre belgeselde kırmızı çizgi gerçekliktir ve maddi hata affedilemez ama “docu-drama”larda, tamamen gerçeğe uygun bir canlandırma, dramatizasyon yapılabilir. Senyücel ise kendi çalışmalarında drama sahnelerini minimal tutmaktan yana olduğunu belirtiyor. 

Belgesel kültüründe ve üretiminde içerik ve teknik olarak Türkiye’nin durumunu ve dünya ile arasındaki farkları da konuştuğumuz Kerime Senyücel, dünyada 1980’li yıllardan itibaren, üst sesin hâkim olduğu öğretici belgesellerin yerini ‘doğrudan sinema’ tarzı belgesellere bıraktığını söylüyor. Kamerayı alıp direkt hayatın içine katılarak, üst ses, müzik gibi ögeleri minimuma indirgeyen, hayatla izleyiciyi yüz yüze bırakan belgesellerin yapılmaya başlandığını ifade eden Senyücel, ülkemizde de bu anlatımı benimseyen belgeselciler olduğunu söylüyor. 

Artık öğreten bir sesin baskın olduğu anlatımlardan kaçınıldığını belirten başarılı belgeselci, bu durumun da farklı problemler doğurduğuna dikkat çekiyor. Senyücel, akademik, didaktik olmama ve hayatın sıcaklığını yakalama gayretiyle, yüzeysel, herhangi bir derdi olmayan, ön araştırma yapılmamış, yaşamı akışı içinde kaydetmekten başka özelliği olmayan sığ çalışmaların ortama hâkim olmaya başladığından dert yanıyor. Buna rağmen ülkemizde yapılan belgeseller içinde uluslararası standartta çalışmaların da az olmadığını bunlara dünya festivallerinde sıkça rastladığımızı belirtiyor.

Türk toplumunda iki tür belgesel izleyicisi olduğunu söyleyen Senyücel’e göre bir festival izleyicisi profili var; dünyayı izleyen, çağdaş, değişik kategorilerde, tarih, politika, biyografi, doğa vs. belgesellerini en son, seçkin örnekleriyle izlemek isteyen... Bir de TV belgesellerini izleyenler var. Bunlar ise TV’ler için yapılmış, daha ticari tematik belgesel kuşaklarını takip ederler. 

CEZA VE BELGESEL

Ülkemizde ne yazık ki belgesel yayınları hâlâ bir ceza türü olarak değerlendiriliyor. Çeşitli kanallar RTÜK’ten aldıkları ceza sonucunda mecburi bir yayın olarak ekrana belgesel getirmeyi tercih ediyorlar. Kerime Senyücel, bunu hem Belgesel Sinemacılar Birliği hem de bir dönem başkanlığını yaptığı TRT Prodüktörler Derneği olarak çokça protesto ettiklerini söylüyor ve ekliyor: “Tepki gösterdik. ‘Belgesel’ ve ‘ceza’ kavramlarının yan yana anılmasını istemedik. Çünkü ülkemizde genelde bir belgesel izleme eğilimi var. İzleyici öteden beri iyi bir saatte ve tanıtımla ekrana gelen belgeselleri izler. Hayatına dokunabiliyorsanız daha çok ilgi duyar. İzleyicimize TRT tarafından uzun yıllar daha ağırlıklı olarak sunulmuş olan doğa belgeselleri hep beğenilmiştir. Biz ceza gösterimlerini protesto ederken, baktık ki RTÜK’ün prime time programlarına verdiği cezaların saatlerinde yayınlanan belgeseller TRT’den çok daha yüksek rating alıyor.     

Sohbetimizde sıra geldi Bilûn: Sürgünün Son Tanığı adlı belgesele. Senyücel, Sürgün Hanedan’ın hikayesini çekmeye nasıl karar vermişti? Kendisinden dinliyoruz: “2005 yılında Osmanoğlu’nun Sürgünü belgeselini çekmek için Beyrut’a gitmiştik. İç savaş dönemiydi. Havaalanı yolu Hizbullah kontrolünde bir açılıp bir kapanıyordu. Çekim yapmayı planladığım Bilûn Hanım Sultan ve kardeşi Yavuz Alpan ile sadece yarım günlük bir çalışma yapabildim. Bilûn Alpan o zaman 90 yaşındaydı. Yarım günlük çalışma bitince apar topar havaalanının yolunu tuttuk. Ben hep orada yaptığım işin eksik kaldığını düşündüm. Aradan 10 yıl geçti. 2015’te politik açıdan daha sakin olan Beyrut’ta, 3 Mart 1924 sürgününün hayattaki son tanığı olan, Sultan Abdülmecid’in torunu Bilûn Alpan’ın çekimini daha kapsamlı yapabileceğimi düşündüm. Bu belgeseli gerçekleştirirken, hem onu ve ailesini hem de Beyrut’ta yaşayan Sultan Abdülaziz soyundan Esma Sultan’ın torunu Alp Saadeddin Bey, Sultan II. Abdülhamid’in torunu Nemika Sultan’ın torunları Cemil Adra ve Emel Adra’yla da röportaj yapabildim, aile albümlerini belgeledim. Bunların hem devlet arşivine hem belgeselime büyük katkısı oldu.”

HANEDAN ÜYELERİ VATANSIZ

Bugün 100 yaşını geçmiş olan Bilûn Hanım Sultan’ın annesi Fatma Zehra Sultan sürgünden sonra ailesiyle Avrupa’ya gitmiş. Sonra tüm hayatlarını geçirdikleri Ortadoğu’ya yerleşerek, önce Filistin sonra Lübnan’da yaşamlarını sürdürmüşler. 1924 yılındaki sürgünden 30 yıl sonra 1952’de Osmanlı Hanedanı’nın kadın üyeleri, 1974’te de erkek üyeleri affedilmiş ve yurda dönmelerine izin verilmiş. Bilûn Alpan 1989’da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını alarak, yerleşmek amacıyla Türkiye’ye gelse de kızı Nahide vatandaşlık alamayınca hayal kırıklığına uğrayıp Beyrut’a geri dönmüş. Bilûn Alpan bundan sonra asla evinden ayrılmak istemediğini belirterek “Daha önce bir defa Türkiye’den, bir defa da Filistin’den sürüldüm. Artık evimi terk etmek, yeni bir sürgün yaşamak için çok yaşlıyım.” demiş. 

Belgeselin yapım sürecindeki hissiyatını ise şu sözlerle anlatıyor Senyücel, “Bilûn Hanım Sultan Lübnan’a derinden bağlı. Türkiye’ye kırgın olduğunu söylüyor. Ancak bütün ömrü, kısa süreli ziyaretler hariç, Türkiye dışında geçtiği halde, inatla sadece Türkçe konuşuyor. Çelişkili görünen bu durum, kalbinin derinliklerindeki aidiyet duygusuyla ilgili bize ipucu veriyordu. Bilûn Alpan’ın dik duruşu, vatan hasreti, kırgınlığı, zarafeti beni derinden etkiledi. Hanedan tek yönlü pasaport ve 1000’er poundla sürgüne gönderildi. Kan dökülmedi ama saray dışına çıkmamış, çalışarak hayatını kazanma deneyimi olmayan insanlar için sürgün çok acı oldu. Kısa sürede yokluğa düştüler. Ayrıca dünyanın en uzun ömürlü; nereden bakarsanız 500 yıl süper güç olmuş bir hanedanın üyeleri vatansız, kimliksiz kaldı. Acılar yaşandı. Ama onlar her zaman başlarını dik tuttular. Türkiye ve Cumhuriyet hakkında asla konuşmadılar. Halife Abdülmecid paraya çok ihtiyaç duyduğu dönemlerde, dünya basınından yüksek fiyatla gelen röportaj tekliflerini geri çevirdi. Naciye Sultan’ın kızı Rana Hanım Sultan’ın dediği gibi ‘Belki ailemiz için kötü oldu ama memleket için iyi oldu’ demeyi bildiler.”