25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

'Şiirin yükünü taşımak zor'

Şair ve yazar olarak tanıdım Yasin Mortaş’ı. Bahattin Karakoç’un Dolunay ekolünden bir şair. Ama esaslı şair. Uzun zamandır kalemin yanı sıra objektifle de şiir yazıyor. National Geographic başta olmak üzere birçok fotoğraf ödülüne sahip şiir gibi fotoğraflar çeken Yasin Mortaş’la şiir-fotoğraf ilişkisini konuştuk.

GÜLCAN TEZCAN 16 Şubat 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
'Şiirin yükünü taşımak zor'

Şairsiniz. Ama artık fotoğraf sanatçısı kimliğiniz öne çıkıyor. Ne zamandır objektifle şiir yazıyorsunuz?

Şiirin, içimde hamurlaşan ve sayfalara dönüşen kitabını hiç kırpmadım, sayfalarını kopartmadım. Şiir, ruhumun ateşle kurutulmuş baharları içinde hep duruyor. Ne zaman yazılmak istense kalemin ucuna sızılı bir kor ile iner.

O, benden vazgeçmeyen ve benim de ondan vazgeçemediğim hüzünlü aşkım, damıtılmış duygu bilgeliğim, hayat süzgecimin en sıkısı. Fotoğraf makinesini taşımak kolay fakat şiirin yükünü taşımak zor. Fotoğraf önde gibi duruyor. Ama benim hayat kadrajımın içinde hep şiir var.

Şiirin ilk mayası yüreğime düştüğünden beri objektifle şiir yazıyorum. Küçüklüğümde, yağmurun göle düşme ritimlerini hep ruhuma kopyaladım. O zamanlar, o anları donduracak makinem yoktu. Hayata, aşk vizöründen bakarsanız tüm eylemleriniz şiir olur.

Şiirle fotoğraf arasında bir bağ var mı? Siz nasıl bir ilişki kurdunuz?

Yeryüzü tezgâhında acıdan şiirler rendeliyoruz, biriktirdiğimiz o acı dağını da fotoğraflayıp ağlaşan arşivlere kaldırıyoruz. Sessizliğe silkelenmiş bir şiir, çocuk gözyaşlarını toplamalı; fotoğraf onu tanıklık için, içinde saklamalı. Şiir, Kudüs yüzlü bir annenin hıçkırığını boğazından çıkarmalı ve fotoğraf o hıçkırığın şahidi olmalı. Hüzünlerle ısınmış kelimelerle şiir yazarsınız; hüzünle renklendirilmiş objelerin fotoğrafını çekersiniz. Zihninizle çekip makineyle görselleştirdiğiniz fotoğraf, insanın iç dünyasının dışa yansıma rengi değil midir? Her sanat dalı imgenin sağanağı altında çağlayarak bir nehir yatağında buluşurlar. Denize kavuştuklarında ten renkleri aynıdır fakat derinlikleri farklı olur. Belki de şiir en derin yerdedir. Bir sanat ki Yaradan’a varmalı ve O’na vardırmalı. Dünya, bir kadraja sığacak kadar küçük. O halde yeryüzü karesinde, bir olmalı aşk saatini kuranlar. Ve insan, hayata karşı her vakit düzgün pozlar vermeli.

Özellikle makro çekimler yapıyorsunuz. Sebebi nedir?

Ayrıntıyı hissedebilmek ve onu hayatın en naif yerlerine işleyebilmek yerleştirebilmek, içimize dağdağasıyla sızan karanlığın deliklerini kapatmaz mı? Issız-uzun yalnızlıkların ortasına bir kelebek esintisi düşürmek dağıtır belki de kasvetlerimizi. İçimize biriktirdiğimiz ayrıntılar tamamlandığında bütüne; Yaratana, insana, yüreğe, yeryüzü aynasına bakışımız değişir de gözlerimizde son bulan bir ırmağı denizine kavuştururuz belki de. Yakın çekimin (makro) gizemi içinde, aşkın kapı kilidi şifresini daha çabuk çözüyorsunuz. Siz yakınlaştığınızda o size daha çok yaklaşıyor. Makronun anlamı büyütmek değil midir? Büyütelim aşk aynasındaki şiir duyuşlarını. İşte bu söylediklerimin aynasına iç serüveninizi tutarak şiire yansıtırsanız her ikisi arasındaki sır siz olursunuz ve dilsizliğin dilini biraz olsun çözerek karşılıklı konuşursunuz. Derine inmek çoğaltır insan yanlarımızı, sığ taraflarımızı doldurur.

Bir şair neden fotoğraf çeker?

Çağ, birçok değerimizi ve duygularımızı yonttu. Bu törpülenişe karşı ruhu bedenine sığmayan duyarlı insan-şair, düş dünyasının daraltıldığı bu çağda, kendine başka bir pencereden, vizörden bakıp ruhunu genişletmek, insansızlığın çoğaldığı yeryüzünde kendine farklı bir bakış açısı geliştirerek estetiğe olan özlemini görsel hale getirip-insanlarla paylaşmak için olsa gerek yüzünü fotoğrafa dönüyor. Şairin, yeryüzü ağrılarıyla kabaran ruhu kalem ve kâğıt arasına sıkışıyor da ağrıları geçmiyor. O halde uzaklara çıkıp rüzgârla fısıldaşıyorsunuz, kelebekle, kuşlarla konuşuyorsunuz, çiçekle koklaşıyorsunuz, onların kendi dilleriyle tespihlerini seziyorsunuz da şiirinizin boşluklarını dolduruyorsunuz. Bir kelebeği çekerken, bu kısa ömürde, sonsuz ipe sımsıkı sarılmanın vakitlerine bağlıyorsunuz kendinizi- şiirinizi. Peygamber devesinin sürekli dua eder gibi duruşu, ne çok anlam katar bize. Ya da bir kediyi fotoğraflarken, giysisinin ucunda uyuyakalan bir kediyi uyandırmamak için elbisesini kesen Sevgili’nin merhameti geliyor gözünüzün önüne ve kaç Müezza gelip kıvrılıyor şiirinizin içine. Her şair aynı zamanda fotoğrafçıdır ve her sanat dalına meyilli olarak doğar. Siz şiire bakış açınızla fotoğraf çeker, fotoğrafa çok şeyler katarsınız. O şiirsel bakış açısıyla ışığı yontarsınız, çektiğiniz objeye karşı bir şiir dili kullanırsınız, merhameti, tebessümü en derin şekilde kuşanırsınız. İşte o zaman sizin, “Ne zamandır objektifle şiir yazıyorsunuz?” sorunuzdaki tabir, aşk karesi içinde kalır.

Hayat (aşk) kadraja sığmaz fakat şairler onu kadraja sığdırmaya çalıştıkça kaç sancılı daralmışlığın, kaç çerçevelenmiş sevincin sıkletini çekerler. Bir adım geriye çekildiklerinde uçurum, bir adım ilerlediklerinde hayatın yarısı kadrajdan çıkmıştır. Aslında onlar kalemle her kelimeye dokunuşlarında hayatın portresini çıkarırlar ama kendi varlıkları durduğu yerden kalksa da siluetleri yine bir acının kıyısında kalmıştır. 

Kelimelerle şiir yazmak mı, objektifle şiir yazmak mı?

Kan emicilerin olduğu dünyada Müslümanların acıları ne şiire sığıyor ne de fotoğraf kadrajına. Önce kelimelerle yazmak. Sonra da şairin puslu pencerelerde, duygularıyla çektiği uzakların kırılmış karelerini objektife toplamak. Fotoğrafla da şiir yazabilirsiniz: Objenin yüzünüze bakma açısını, ışığın törpülenip yontma zahmetini, içinize akan o eşsiz duygulanım estetiğini, yeryüzü vaktinize bıraktığı şiirsel iklimi ruhunuzda çoğaltır ve uçsuz bir ırmağın mümbitliği altında etrafınızda “ağlayan gelin” çiçekleri açtırarak akarsınız varoluş denizine.

Siz şiirle de fotoğraf çekebilirsiniz: Aşk kadrajı içindeki yonttuğunuz kelimeleri önce ruhunuzun algısından geçirir, kalemin çıkardığı ritmi kalbinizle doğru bir düzleme getirir, kelebek rüzgârı ağırlığındaki harfleri kâğıtların üzerine bırakırsınız. Gözlerinizi buğulandıran ve sizi farklı iklimlere taşıyan bir fotoğraf da şiir olur, akar gider insan olduğumuz vadilere. Sanat bizi güzelliğe taşıyan aşk saatleri değil midir?

Kudüs Ağrısı 

Ey Mescid-i Aksa

yaslanıp da baksam sana

Muallak taşına

 

Kudüs’ü bir örtü gibi

çekelim üzerimize

sonra/

üşümesin sonsuzluğun kıblesi

 

Ateş kıyısında su içen Fatıma’nın

gözleri rüyalar damıtıyor

 

ve İbrahim’in

kaynayan yüreğinden

kaç Kudüs atlısı geçiyor

görmüyor musunuz

 

Ey Kudüs/sevgilim

senin saçlarını

bir geceyle ördüm

bir gündüzle ördüm

 

Yine de

uzadı mı beliklerin

hüznün siyahıyla

 

Orucunu açamamış

kuşlar tünüyor

Ramallah ağaçlarına

 

Elif’imin azığında aşk taneleri

yüreğini silkelemeye gidiyor

 

Anne

gerçekten

Kudüs’ün yüzü

Yusuf’a mı benziyor?