Millî demokrat hat: Türkiye’nin ortak paydası

M. Mücahit Küçükyılmaz
25.03.2017

15 Temmuz’da saldırıya uğrayan iki temel değer olan vatan ve demokrasi, ancak bu milletin ortak paydası olan kavramlarla muhafaza edilebilir. Hem vesayet tehdidine hem de Avrupa’da yükselen ırkçılığa karşı bizim için en anlamlı savunma hattı millîlik ve demokratlık kavramları üzerinden inşa edilebilir.


Millî demokrat hat: Türkiye’nin ortak paydası

Türkiye bir beka sorunuyla karşı karşıya mıdır? Bugün bu soruya vereceğiniz cevap pek çok alandaki duruşunuzu, görüşünüzü, kimliğinizi ve geleceğinizi inşa edecek bir mahiyet içerecektir; buna halkoylamasında evet mi, hayır mı diyeceğiniz hususu da dâhildir. Zira 15 Temmuz’un bize gösterdiği istiklal ile istikbalin birbirinden ayrılmaz birer mütemmim cüz olduğudur.

Türkiye’nin bir beka sorunu yaşamadığı ama buna karşın beka siyasetiyle yönetildiği eleştirisi, hadi Gezi, 17-25 Aralık ve Kobani eylemlerini Erdoğan’ın şahsına yönelik farz ettik diyelim, 15 Temmuz’u da Marmaris suikast girişiminden ibaret görmekle eş değerdir. 249 şehidi, 2193 gaziyi, doğrudan ve dolaylı milyarlarca dolarlık kaybı, ülkenin sarsılan algısını yok saymaktır. Bu eleştiriye göre Türkiye, 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi başarılı olsaydı ve Fetullah Gülen üzerinden birilerinin yönettiği bir ülke olarak, yani FETÖ’nün Türkiye’si olarak yoluna devam etseydi, beka sorunu yaşamamış mı olacaktı? Böyle bir Türkiye’yi içine sindirebilenler için elbette bir beka sorunu söz konusu olamaz! Geçmişte Mondros ve Sevr’i bölünme, parçalanma ve beka meselesi olarak görmeyenler de aynı hatta yürüyordu. Böyle bir Türkiye, ancak FETÖ’cüler ve onları yönlendirenler için beka sorunu yaşamamış ve makbul sayılabilir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin bugün yaşadığı algı problemini beka siyaseti ile ilişkilendirerek kötü yönetime ve siyasetsizliğe bağlamak hem bu ülkenin yaklaşık son 5 yıldır içeriden ve dışarıdan uğradığı saldırıları görmezden gelmek, hem de beka kaygısını hafife almaktır. Neticede İsveç veya Kanada gibi doğal bir siyasal güvenlik ve istikrar havzasında değiliz. Hititlerden beri hiçbir milletin kalamadığı kadar uzun yıllar bu topraklarda tutunabilmiş isek, “Su uyur, düşman uyumaz” atalar sözünü yastık altında hazır tuttuğumuz içindir. Bir de kendi oyununuzu kurmaya kalkıştığınızda sizin algınızı, olgunuzun önüne çıkarma gücüne sahip olan ülkeler elbette boş durmayacaktır.

Bütün bunlar Türkiye’nin aslında çoğunluğu, iletişim faaliyetleri ile ikna edilemeyecek olan Batı’daki kesin yargılı karar vericiler tarafından hedef haline getirildiğini gösteriyor. Bu kanaat, sadece yersiz bir beka kaygısının ürettiği bir argüman değil. Çünkü biz Mondros’u, Sevr’i 1918’i yaşadık. Vatan, 1914’ten 1922’ye kadar düzenli bir şekilde dış güçlerin saldırısı altında kaldı, parçalandı, oradan başka bir devlet ortaya çıktı. Bugün de hem coğrafyamız, hem bilhassa Türkiye neredeyse tam yüzyıl sonra benzer bir Batı hücumuyla karşı karşıyadır.

Ancak şimdilerde aynı Batı, kendi içinden çıkardığı nefretamiz ve terörist kelimelerin pençesinde kıvranıyor. Yükselen aşırı sağ, ırkçı popülizm, FETÖ-PKK lobisi ve Türkiye fobisi Avrupa siyasetini maalesef rehin almış durumdadır. Nazizm, faşizm, totalitarizm, rasizm, zenofobi, anarşizm, despotizm, terörizm... Bütün bu kavramların membaı Avrupa. Bizde karşılıkları yok! Almanya ve Hollanda kendilerine Nazi veya faşist deyince bozuluyor. Ama gerçekte sadece onlara kendi kavramları ve dilleriyle seslenmiş oluyoruz. Zira Batı, önce kavramları icat etti, sonra içeriklerini bize ihraç etti. Şimdi de bize sıfat takıyor; terörist, diktatör, fundamentalist diyor.

İşte 15 Temmuz’da saldırıya uğrayan iki temel değer olan vatan ve demokrasi, ancak bu milletin ortak paydası olan şemsiye kavramlarla muhafaza edilebilir. Hem Batılı devletlerden, hem de FETÖ, PKK, DEAŞ gibi terör örgütlerinden gelen saldırıların hedef noktasını tespit ettiğimiz zaman, bu hücuma karşı kalkan olacak temel değerler de tebellür ediyor. Görünen o ki, hem 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında devam eden vesayet tehdidine, hem de Avrupa’da yükselen ırkçılığa karşı bizim için en anlamlı ve meşru savunma hattı millîlik ve demokratlık kavramları üzerinden inşa edilebilir.

Bu konuda dikkat çekici bir yaklaşım, 2002’den beri bir siyasal öğretmen misali bu ülkenin insanlarına “millî irade” kavramını telkin eden ve 15 Temmuz gecesi de onu kuvveden fiile geçiren Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Sakarya’da yaptığı konuşmada, “Eğer bugün Cumhurbaşkanlığı Sistemi için sizlerden destek istiyorsak ülkemizin ve milletimizin faydasına olduğuna inandığımız için istiyoruz. Görüyoruz ki, millî demokratlar cumhurbaşkanlığı sisteminin yanında, bölücüler ve dış güçler ise karşısında yer alıyor. Millî olan, demokrat olan, yerli olan hiç kimsenin bu anayasa değişikliğine karşı çıkması için sebep yoktur” ifadelerini kullandı.

Öncelikle, Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni destekleyen her partiden kesimi “millî demokrat” olarak niteleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal ve toplumsal zekâsını hafife alanların bugün tarihin siyaset mezarlığında yatıyor olduklarını hatırlatalım: Çiller, Yılmaz, Demirel, Baykal, Cindoruk, Derviş, Bayar… Derken liste uzar gider. Dolayısıyla, onun ortaya koyduğu şemsiye kavram sosyo-politik anlamda ülkenin en büyük yatay keseni olacak şekilde düşünülmüş görünüyor. Zaten bu konuşmanın ardından kaleme alınan onlarca yazı “millî demokrat” kavramının altını çizmeye başladı.

Partiler üstü bir payda

İkinci olarak, millî demokrat vurgusunun bir parti ideolojisi olarak değil, farklı siyasal görüşleri ihata eden bir üst birliği ifade etmek üzere yapıldığı anlaşılıyor. Zira muhafazakâr demokratlık AK Parti’nin kurucu ideolojisidir ve öyle kalacaktır. Bununla birlikte, 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile somutlaşmaya başlayan yerli, vatanperver, demokratik duyarlılığı ve onun etrafında oluşan dayanışmayı adlandırmak üzere, “Millî demokrat” kavramı bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan, partiler üstü en büyük kavramsal ortak payda haline gelmiş görünmektedir.

Bu arada kavramı Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim” (MDD) teziyle kıyaslayacak olanlar için şimdiden kısa bir şerh/reddiye düşelim. MDD, sonundaki D’den anlaşıldığı üzere iktidarı bir devrim, gerçekte askerî darbe yoluyla ele geçirmeyi hedefliyordu. Türkiye’de Batılı anlamda bir burjuvazi oluşmadığı için doğrudan sosyalist devrimin ilk aşamada mümkün olmayacağını, bu nedenle öncelikle sol Kemalist askerlerle birlikte bir darbe yapıp sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü için uygun şartları hazırlamayı düşünüyorlardı. O ve arkadaşları en güçlü döneminde yüzde 3 oy alabilmiş bir parti olan TİP’in içinde bile muhalif bir grubu temsil etmekteydi ve Belli’nin devrim (darbe) için bel bağladığı Kemalist sol askerler 12 Mart 1971 muhtırası öncesi ona sırt çevirince MDD’ciler sol içinde dahi marjinalleşerek tarihten silindiler.

Görüldüğü üzere, Millî Demokratlık ile Milli Demokratik Devrim arasındaki benzerlik, mesela Selahaddin Demirtaş ile Selahaddin Eyyubi arasında olduğu gibi sadece bir isim benzerliğinden ibarettir. Evvela muhteva tam anlamıyla birbirinin zıddıdır. İlki darbeci sol geleneği, ikincisi ise darbeye karşı Türkiye’yi beka sorunundan kurtarmaya çalışan vatansever, yerli ve demokrat kitleyi ifade etmektedir. Üstelik Belli’nin toplumsal tabanı yüzde birler civarındayken, Erdoğan ve Bahçeli’nin hitap ettiği geniş millî demokrat kitle ise, bir kısım CHP ve HDP seçmenini de kuşatma potansiyeli sayesinde yüzde 80’lere tekabül edebilecek kıvamdadır.

İşte o yüzde birlik cuntacı azınlık, 27 Mayıs’tan itibaren her 10 yılda bir darbe deneyenler ile 15 Temmuz gecesi hezimete uğrayan FETÖ’cülerin vesayet okulundan öğretmenidir. Millî demokratların öğretmeni ise, o gece yüz binleri Türkiye’nin bekası için sokağa döken seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır!

İstikbâlimiz istiklâlimizdedir!

[email protected]

M. Mücahit Küçükyılmaz