25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

15 Temmuz edebiyatımızda hak ettiği yeri bulacak mı?

15 Temmuz darbe girişimi üzerinden iki yıl geçti. Bu iki yıl içerisinde FETÖ ile mücadelede önemli bir noktaya gelindi. Darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar, toplumun hafızasına olduğu gibi matbuata da kazındı elbette. O gecenin sosyolojik analizi, sürecin doğru değerlendirilmesi için yazılan inceleme-araştırma türündeki kitaplar ve elbette edebi eserler birbiri ardına geldi.

12 Temmuz 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
15 Temmuz edebiyatımızda hak ettiği yeri bulacak mı?
Şimdilerde 15 Temmuz merkezli bir roman yarışmasının tatlı telaşı var… Bahçelievler Belediyesi’nce 15 Temmuz darbe girişimine karşı milletin ortaya koyduğu direniş ruhunu canlı tutmak ve 15 Temmuz gecesi yaşananları gelecek nesillere aktarabilmek için “Tarihin Şahitleri Yazılıyor” başlıklı bir roman yarışması düzenlendi. “Türkiye’nin en yüksek para ödüllü roman yarışması” da olan yarışma bu alanda bir umut ışığı doğurdu. Yarışmaya 149 romancı başvurdu. Dereceye giren beş eser yarın düzenlenecek ödül töreninde  açıklanacak. Peki, 15 Temmuz edebiyatımıza hakkıyla yansıdı mı? Dünya edebiyatında böylesi güçlü halk hareketlerinin yansıdığı örnekler bugünle mukayese edilebilir mi? Bu soruları yarışmanın jüri üyelerine yönelttik. Ödüllü yarışmaların bu alanda verim sağlanmasına etkilerini de değerlendirmelerini istedik…

l HALE K. ÖZ

Biraz uzaktan bakmak gerek

Cemal Şakar: 15 Temmuz, edebiyatımıza yeterince yansıdı mı, diye düşündüğümüzde, aslında nicel bir şeyden söz ediyoruz. Ama elimizde bir ölçüt yok. Böyle olunca verilecek her cevap havada kalacaktır. Menfur olayın üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden sanırım 10 tanenin üzerinde roman yayımlandı. Ayrıca öyküler ve şiirler de yayımlandı. Mesela bu yeter bir sayı mıdır? Bence fena değil, ama iş eserlerin niteliğine geldiğinde tartışmalar başlayacaktır. Toplumlar ağır travmalar atlattıklarında bunun kısa zamanda kestirilemez sonuçları oluyor. Çünkü travma toplumun kılcal damarlarına kadar sızıp oralarda derin yaralar açıyor. Üstelik 15 Temmuz bağlamında düşünürsek, hâlâ darbeye kalkışan örgütle mücadele devam ediyor. Yani olay sıcaklığını koruyor. Olaylara serinkanlılıkla ve biraz uzaktan bakamadıkça onu kavramak ve tabii ki kavramsallaştırmak mümkün olmuyor. Hal böyle olunca duygular da yerine oturmuyor. Bu kadar sıcağı sıcağına her sanatçı eser veremez. Ama şunu biliyoruz ki, bu kadar ağır travmalar toplumlarda nesillerden nesillere devredilir ve her yeni nesil bunu bir şekilde sanatın formlarına aktarır. Dünyada da böyle olmuştur. Mesela İspanya iç savaşında sıcağı sıcağına yazılan romanlar olduğu yıllar sonra da yazılanlar oldu. 1. ve 2. Dünya savaşları da hâlâ anlatılmaya, filmleri çekilmeye devam ediliyor.Yarışmaların birkaç hedefi olur. Öncelik her zaman yeteneklileri keşfedip ortaya çıkarmaktır. Tematik yarışmalarda belirlenen temanın yeniden gündeme gelmesi ikincil bir hedeftir. Taltife değer bulunan eserlerin edebi kamuya aktarılması da bu bakımdan önemlidir. 

İlk şiir kaderdir

Sibel Eraslan : Ödüllü yarışmaların teşvik edici yönü kadar yeni yetenekleri keşfetmeye, cesaretlendirmeye dair olumlu yönleri de var. Ama bir de gelenekselleşen ödüller var ki onlar, yeni sanatçıları keşfetmekten ziyade, varolan sanatsal birikimi değerlendirmeye yönelik. Ödüller ve yarışmalar bu açıdan bende burukluk oluşturur hep. Ödüllerin muhatabı olmanız için, ya yeni ya da olgun olmanız gerekir. Ya çok erkencisinizdir, ya da çok gecikmiş... Peki bunun ortası yok mudur hiç, yani şu ödülsüz kısım, yarışmasız kısım, orta kısım ki, neredeyse bütün hayatımızdır bu... Bu paradoksal bakış önemli bir soruyu açıyor: Edebiyat öğrenilebilen bir şey midir? Mimarideki gibi çıraklık, kalfalık, ustalık dönemeçleri var mıdır? Ben bunu şiir ve öykü dışında “Evet” diye cevaplarım. Roman, deneme, hatırat, piyes, ansiklopedi, hatta gazetelerdeki köşe yazıları, evet ilerlenerek gidilebilir fay hatlarıdır. Ama şiir ve öykü öyle değil. Tabiri caizse onlar, şimşek gibidir, nasıl ki yağmurun yaşı olmaz, şiirin ve öykünün de çağı yoktur. Yani ben bu ikisinde inşaata inanmıyorum, ilk şiiriniz ve ilk öykünüz kaderinizdir ve sizi bağlar bu kader... Romandaysa inşaat vardır. Tıpkı maraton koşucusunun oldukça disiplinli antrenmanları gibi, hatta hayat tarzı kadar yalnızlık isteyen, sürekli çalışmayı ve dolayısıyla gelişimi içeren süreçlerin mimarisidir, roman. Dolayısıyla ödüller ve yarışmalar, roman yazarını teşvik eder, hedef koyar. Müşkülpesent birisiyim, sekiz romanım olduğu halde kendimi hikayeci olarak tanıtmayı tercih ederim. Beğendiğim romanda pırıltı olsun isterim, bir yıldız çıksın mesela, bir iyilik olsun… ‘’Kalbime damdı’’ derdi rahmetli halam, sezgidir bu. Roman, yazar ile okuyucu arasında sezgisel bir yakınlık peyda etsin isterim... Ama roman bir rüya tabiri de değildir (keşke olsaydı), deneme değildir (iyi ki değil), iç bunalım raporu değildir, gezi yazısı değildir, siyasal tirat veya vaaz değildir, film senaryosu değildir, tuluatsa hiç değil! Ne kadar çok değili var... Roman yazanlar bilirler ki; hesap gününden önce de bir hesap günü var...  
 

15 Temmuz edebiyatı 

Prof. Dr. Durali Yılmaz: Tanzimattan bu yana aydınlarımız, kendi halkına hep tepeden bakmıştır. Batı’da devrimler ve yenilikler, aşağıdan yukarıya, yani halktan aydına doğrudur; bizde ise bunu tam tersidir. Gazete, roman ve benzeri şeyler, Batı’da halkın bir ihtiyacı olarak, bizzat halk tarafından oluşturulmuş ondan sonra aydının elinde gelişmiştir. Bizde,  halkın ihtiyacı olup olmadığına bakılmaksızın, aydınlar tarafından getirilip onun önüne konmuştur. Yönetim biçimleri de öyledir. Meşrutiyet, hürriyet gibi kavramlar halka sunulmuş ama kimsenin umurunda olmamıştır. Halkın kılık kıyafeti bile dizayn edilmeye çalışılmıştır. Halk buna tepkisini başkaldırmadan, isyan etmeden koymuştur. Mesela Batılı kıyafeti getirmek isteyen II. Mahmut’a: “Gavur padişah” demiştir. Batı’ya özenen aydınlara şüpheyle bakmıştır.
 
Aydınlarla halk, Çanakkale Savaşı ile bir diyalog oluşturmuş ve bu, Milli Mücadele’nin sonuna kadar sürmüştür. Bu bakımdan da Çanakkale Savaşı bir dönüm noktasıdır. Rahmetli M. Niyazi Özdemir, Çanakkale Mahşeri romanıyla önemli bir giriş yaptı. Bunu temel alarak, daha iyilerini yazmak, hepimizin görevi olmalıdır. Milli Mücadele süresince, halk aydın kaynaşması devam etmiştir. Ne var ki bunu bitiminden sonra aydınlar, tekrar sırtlarını halka dönmüşler ve bununla da kalmayarak, ona hakaretler bile yağdırmışlardır. Milli Mücadele’de halkı yüceltenler, Vurun Kahpeye, Yaban gibi romanlar yazamaya yeltenmişlerdir. Batılı aydın Walter Scott, Ivanhoe romanıyla şövalyeleri, adeta mezarlarından çıkarıp ölümsüzleştirirken, bizimkiler atalarından köşe bucak kaçmıştır. 
 
15 Temmuz, bence bir dönüm noktasıdır. Milletimiz “Ben de varım ve kendi kaderimi ben belirlerim,” diyerek, devletine sahip çıkmış ve onu yıkılmaktan kurtarmıştır. Sanırım darbeler tarihinde, silaha karşı göğsünü siper ederek, darbecileri darmadağın eden böyle bir direniş yoktur. 15 Temmuz, inanıyorum ki edebiyatımız için de bir dönüm noktası olacaktır. Bugünden itibaren halkımızın da aydınımızın da bakış açısı değişmiştir. Elbette bunu hemen edebiyata yansıması beklenemez. Zaman içinde değişimi çok daha iyi göreceğiz. 
 
Jürisi olduğum roman yarışmasına gelen eserler için şunu söyleyebilirim: Ben bu kadarını beklemiyordum, gerçekten başarılı romanlar var ama beklenen seviyede olması zaman alacaktır.
 
Harp ve Sulh yazacak aranıyor
 
Prof. Dr. Abdullah Uçman: 15 Temmuz darbe teşebbüsü çok daha yeni bir olay, üzerinden henüz iki yıl geçti. Evet, bütün Türkiye hep beraber bu acı olayı yaşadık, ama henüz daha net olarak arkasında hangi karanlık güçler var, nereye ve kimlere uzanıyor tam manasıyla aydınlanmış değil. Olaya karışanlarla ilgili mahkemeler hâlâ devam ediyor. Benim görebildiğim kadarıyla konuyla ilgili bir kısım şiirler yazıldı, kitaplar basıldı, deneme mahiyetinde yazılar yazıldı, bazı dergiler özel sayılar hazırladı, ama tabii bütün bunlar yeterli mi, elbette değil.
 
Yahya Kemal’in, bir yazısında Çanakkale Zaferi üzerine  kaleme alınmış Fransızca bir eser dolayısıyla şöyle bir değerlendirmesini hatırlıyorum. Diyor ki: “Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan seyretmeğe mahkûmuz dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda bin bir safhalarıyla yoktur; demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlar da, seneler geçtikçe, unutulacaklardır.” (Edebiyata Dair, İstanbul 1971, s. 149).
 
Bizim yakın tarihimizde 93 Muharebesi’nden Milli Mücadele’ye, Babıâli Baskı’nından 16 Mart Şehitleri’ne ve 15 Temmuz’a kadar daha nice önemli olaylar var, ama henüz  Kemal Tahir, Tarık Buğra, M. Necati Sepetçioğlu ve Mehmet Niyazi Özdemir dışında bu destanlık çapta olayların romanlarını yazan çıkmadı. Bizim de Tolstoy’un Harp ve Sulh’ü gibi dünya çapında romanlara ve romancılara ihtiyacımız var.
 
Bu vesileyle bir de şunu söylemek istiyorum: Evet, belediyelerin ve bazı kurumların bu tür yarışmalar düzenlemesi gayet güzel, ama tabii olarak, içten gelen bir istekle ve uzun bir hazırlık yapmadan yarışmaya katılmak, dereceye girmek için, ısmarlama roman yazılmaz. Romancılık ciddi bir meşgaledir; Kemal Tahir Roman Üzerine Notlar’ında uzun bir hazırlıktan sonra bir romanı için 2 bin, 3 bin sayfa müsvedde yaptığını anlatır. Maalesef bu tür yarışmalarda, hayatında hiç demeyeyim ama pek az, belki de önemsiz birkaç roman okumuş şahısların roman yazmaya cesaret ettiğine şahit oluyoruz.
 
Elbette “marifet iltifata tabidir!”, ama kanaatimce roman türünün ne olduğunu; teknik bakımdan dünyada ve bizde romanın bugün geldiği yer bilinmeden orijinal eserler ortaya koymak mümkün değildir. Sadece belli bir olayın anlatılmasıyla roman olmaz; derin tahlillere ve tasvirlere de ihtiyaç vardır.
 
Öncü bir çaba
 
Zekeriya Yıldız: Stendhal “Roman sokağa tutulan bir aynadır” der. Bu tanımlamada da görülüyor ki; toplumların tüm kırılma anlarının romanlarda bir karşılığı mutlaka vardır. Romancı sosyal olaylara seyirci kalamaz. Aynasındaki görüntü ne kadar güzel olursa toplumsal hafızadaki kalıcılığı da o kadar başarılı olur. Truva savaşından Fransız İhtilâline kadar insanlık tarihinin en önemli duraklarında bu edebiyat türünün büyülü dokunuşu vardır. Bu dokunuş olmasaydı, tarihçilerin rakamlara ve isimlere boğduğu hadiseler toplumsal hafızada kalıcı izler bırakamazdı.Bu durum bizde de böyledir.Tanzimat’tan sonra edebiyatımıza kazandırılan bu yazım türü, ortaya çıkışından itibaren Türk sosyal hayatını aksettiren bir ayna görevini üstlenmiştir. Toplumumuzun hemen her meselesinin romanlarımızda bir yansıması vardır. 15 Temmuz gibi devleti ve toplumu sarsan böylesine büyük bir ihanet depreminin, mutlaka romanlara da yansıması olacaktır. Şu ana kadar olmaması -muhtemelen- sürecin sıcaklığını muhafaza ediyor olmasındandır. Birçok romancının, aynasındaki görüntüleri yansıtmak için sabırsızlandığını düşünüyorum. Bahçelievler Belediyesi’nin roman yarışmasına gelen eserleri okuyunca bu kanaatimin haksız olmadığını düşündüm. Hadiselerin şahidi olan 149 romancı güzel işler çıkarmış. Bundan sonraki yıllarda elbette daha iyi romanlar yazılacaktır. Ancak öncü olması bakımından ayrı bir önemi olan bu eserleri önemsiyor ve sahiplerini saygıyla selamlıyorum.