19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Arapça dağıtıcı, Türkçe toplayıcı

Vahdettin İnce yıllardır üzerinde çalıştığı diller hakkında önemli tespitler yapıyor: “Arapça kelimeleri dışarıda tutarsak bölgedeki diller yetersiz kalır. Bu cömertliktir. Türkler ise uğradıkları her coğrafyadan bir şeyler almış, derlemiş, toplamışlar. Türkçe bu toplayıcılığın eseri.” İnce’ye göre Farsça şekillendirici, Kürtçe ise korumacı bir dil.

HALE KAPLAN ÖZ10 Ocak 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Arapça dağıtıcı, Türkçe toplayıcı

Arapça ve Farsça’dan 100’e yakın kitap tercüme eden Vahdettin İnce, kendi hayatından önemli bir kesiti kitaplaştırdı Çevirmen adıyla. Kitapta İnce’nin hem kişisel hikayesini hem Anadolu coğrafyasına dair yerel unsurları hem de tercüme ettiği eserlerin evrensel mesajlarını bulacaksınız.

Çevirmen-Değirmen arasında kurduğunuz güzel bir ilişki var bir anekdot eşliğinde anlatıyorsunuz. Kitabın keyifle okunan pasajlarından biri. Bugün nasıl tanımlıyorsunuz çevirmenliği?

Aslında insanın hayatı bir çeviri sürecinden ibarettir. Tabiat bize verilmiş bir kitap, biz de hayatımız boyunca o kitabı kendi dilimize çevirmekle meşgulüz. Her birimiz tabiatın bir yönünü çeviriyoruz. Çiftçi bir çevirmendir, tohumu eker, biçer, öğütür, una çevirir. Fırıncı unu ekmeğe çeviren bir çevirmendir. Çoban bir çevirmendir, otu, samanı, yemi süte, peynire vs. çevirir. Hayat bir çeviri faaliyetidir bu yüzden. Bir hadiste Peygamber Efendimiz “Bana verilen ilmin örneği gökten inen sudur. Bir kısım toprak onu içinde tutar, insanlar ve diğer canlılar ondan yararlanırlar. Bir kısım toprak da onu bitkiye, yeşile, meyveye dönüştürür…” buyurmuştur. Özellikle hadisin ikinci kısmı çeviri olgusunu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir. Tabiatın içinde tuttuğu hakikati alıp yeni değerlere dönüştürmek yani. Ama biz daha dar anlamda kitap, metin çevirisinden bahsediyoruz. Çeviri bu alanda da bir topluluk için varoluş hiyerarşisinin en tepesindeki dinamik olan düşüncenin besin kaynağıdır. Çevirmen fikir işçisidir. Fikir hayatı harekete geçirir, verimli kılar, değerlendirir. Çevirmen değer üreticidir. Diğer bir ifadeyle bir salih ameldir çeviri. Taş üstüne taş koymaktır.  Türkiye bir çeviri ülkesidir. Doğudan, batıdan, güneyden yapılan çevirilerle beslenir Türkiye’nin fikir dünyası. Ama çevirmenler görünmez kahramanlardır ülkemizde. Mesela ben 100’den fazla kitabı Arapça ve Farsçadan çevirdim kimsenin dikkatini çekmedi. Ama telif ettiğim kitaplar bir şekilde ilgi uyandırdı. Halbuki kaleme aldığım bütün kitapların dilinden tutun anlam örgüsüne kadar çeviriden edindiğim bilgi ve beceriye dayanmaktadır. Bu da herhalde ülkemize özgü bir garabettir diye düşünüyorum. Anekdotta yer alan çevirmen-değirmen ilişkisi bu açıdan da anlamlıdır. Çevirmen başka dillerden üretilen eserleri değirmen gibi öğütüp başka dillerde kullanılışlı hale getirir. Ama bu arada kendisi ve emeği de sosyal hiyerarşinin çarkları arasında un ufak olur.

Çevirmenin kaynaktan kendi dilinde aktardığı bir esere müdahalesi ne oranda olmalı? Bu yeniden yazım süreci midir? İki farklı çevirmenin aynı eserden çıkardığı iki ayrı kitap nasıl mümkün oluyor?

Çeviri kelimenin tam anlamıyla bir müdahaledir. Bu, insanın hayat sürecindeki misyonuna uygun bir davranıştır aynı zamanda. Yani olumsuz bir yanı yoktur çevirmenin müdahalesinin. Olumsuzluk müdahalenin tarzıyla ilgili olarak ortaya çıkabilir ancak. Bir bütün olarak medeniyet dediğimiz değerler bütünü insanın tabiata yönelik çeşitli müdahalelerinin ürünü değil midir zaten? Ama biliyoruz ki insanın tabiata yönelik her müdahalesinden de medeniyet doğmaz. Nice vahşetlere yol açan nice müdahaleler var. Mesela akıp giden suya müdahale etmeseydik hayatımızı aydınlatan elektriği üretemezdik. Beyaz adamın ağaç budar gibi Kızılderilileri medenileşme kabiliyetleri yoktur diyerek biçmesi de bir müdahaledir. Bir kelimeyi başka bir dile aktardığın zaman bir ampulün düğmesine basmış gibisin bu yüzden. Ama kablolarda akım yoksa düğmeye basmanın hiçbir faydası olmaz. Çeviri bu yüzden bir hedefe, daha doğrusu değer üretmeye yönelik olmalı ve bir fikir akımını barındırmalı. O zaman aydınlatıcı misyonunu oynar. Aynı kitabı çeviren iki kişinin çevirilerinin farklı olması çoğu zaman müdahale tarzıyla ilgili olabilir kuşkusuz. Kısaca söylemek gerekirse, aynı elektrik düğmesine basan iki ayrı kişiden birinin müdahalesiyle kablolarda potansiyel olarak bekleyen elektrik harekete geçer ve etrafı aydınlatırken öbürünün müdahalesiyle ortam karanlığa bürünebilir. Düğme aynı ama sonuç farklı. Ampul yanmıyorsa ya düğmeyi kapatmışsın ya da kablolarda elektrik yoktur.Çeviride toplumun damarlarında potansiyel olarak bekleyen fikir akımını harekete geçiren bir özellik yoksa var olan ışığı da söndürebilir.

Fizilal mütercimi olmanın size getirileri ne oldu?

Fizilal ulaştığı tüm zihinleri, ortamları, coğrafyaları harekete geçiren bir etki uyandırdı bu güne kadar. Çünkü Fizilal, zamanın ruhunu yakalamış bir eserdir. Genelde insanlığın, özelde İslam aleminin bir değerler krizini yaşadığını fark etmiş Seyyid Kutub. İnsanlığı bir kere bu ölümcül değerler krizinden kurtarmış İslam’ın bir kez daha bunu başarabilecek yegane değer sistemi olduğunu ortaya koyarak dünyada büyük yankı uyandırdı. Meydana gelen yankı hem eserin etkisinin büyüklüğünü hem de evrensel çapta beklentinin büyüklüğünü gösterir.   Çünkü ülkemiz modern zamanlarda medeniyet alanında makas değiştirerek değerler alanında ölümcül bir kriz yaşayan Batı medeniyetinin bir parçası olma çabası içine girdi. Dolayısıyla genel krizin yanında bir de bu tercihin neden olduğu bir krizin girdabına girmiş olduk. Üst yapının bu tercihi tabanı memnun etmedi, ama bir çözüm de üretemeyen taban zorunlu olarak yeni duruma uyum gösterdi. Fizilal bir tür sosyal illüzyona maruz kalan toplum üzerinde şok etkisi yarattı diyebilirim. Kendine gelmesini, en azından arayış içine girmesini sağladı. Eserin bu itibarı kuşkusuz mütercimlerine da yansıdı. Bir saygınlık kazandırdı mazlum ve mağdur halkın yanında. Bu açıdan ağır bir sorumluluk da yükledi. Allah katında ve tabi insanlar katında. Fizilal mütercimi olmanın manevi getirisi benim için mutluluk kaynağı olmasıdır. Çünkü sorunu, sorunun kaynağını ve çözümü görmemi sağladı.

Sizi Seyyid Kutub’un eserlerini okurken yüreğinizden yakalayan mesajın özgürlük olduğundan bahsetmişsiniz… onun özgürlük anlayışını farklı kılan nedir?

Batı medeniyetinin insanları kendine bağlamasının en önemli motivasyon kaynağı onlara özgürlük vadetmesidir. Özgürlük. Ama Batı medeniyeti aynı zamanda özgürlük diye ortaya çıkanların dehşetli bir kıyıma uğradığı bir mezarlıktır. Özgürlük vadederek girdiği yerleri yok eden Batı medeniyetinin bize en büyük armağanı literatürümüze soykırım, etnik temizlik, nükleer saldırı, holokost, Hiroşima, Nagazaki, kimyasal kıyım, Halepçe, Hocalı, bugün Doğu Türkistan, Hala Filistin mezalimi, ırkçılık… gibi kavramları kazandırması (!) olmuştur. Seyyid Kutub bütün eserlerinde gerçek özgürlüğü anlatıyor. Gerçek özgürlüğün İslam’da olduğunu vurguluyor. Sadece vurgulamıyor, yaşanmış tarihsel örnekleriyle anlaşılmasını sağlıyor. Ama en önemlisi, tek ve ortaksız Allah’a kul olmak anlamında tevhide dayanmadığı zaman tıpkı Batı medeniyetinin bugün yaptığı gibi dehşet verici bir köleliğe dönüşebileceğini anlatmasıdır. Tek ve ortaksız Allah’a kul olduğu zaman insan yeryüzündeki bütün kullaştırıcı bağlardan kurtulur. Eğer tevhitle irtibatlı değilse bir insan, yeryüzündeki bütün beşeri ilişkiler bir anda sınırsız tanrı-kul ilişkisine dönüşebilir. Basit bir amir-memur ilişkisi bile tanrı-kul ilişkisi olarak tezahür edebiliyor nitekim. Tevhitten yoksunsan eğer doymak nedir bilmeyen sayısız düzmece tanrının kurbanı olman an meselesidir. Bu bağlamda en büyük tuzak da Batı medeniyetinin özgürlük vaadidir. Seyyid Kutub gerçek tevhidi özgürlüğü gözler önüne sererek Batı medeniyetinin maskesini düşürüyor.

Kitaptaki yazıların bazıları Star Açık Görüş’te yayınlanmış yazılar. Görünce sevindim…

Star Açık Görüş bir okuldur. Benim de ulusal düzeyde yayınlanmış ilk yazım Açık Görüş’te yayınlandı. Bu bakımdan ben kendimi bir “Açık Görüş yazarı” olarak tanımlarım. Sadece Çevirmen’de değil diğer kitaplarımda da hatta daha yoğun olarak Açık Görüş’te yayınlanmış yazılar yer almaktadır. Bir anlamda Açık Görüş’te yayınlanan yazı önemli bir kalite kriterini aşmış ve bir kitapta yer almayı hak etmiş demektir.

Arapçanın dağıtıcı, Farsçanın şekillendirici, Türkçenin toplayıcı, Kürtçenin korumacı olduğunu söylüyorsunuz. Dilleri böyle tanımlamanızın gerekçeleri neler?

Dilleri çeşitli açılardan tanımlamak mümkündür. Kelime yapısı, cümle kuruluşu, gramatik yapısı bakımından değerlendirilebilirler. Nitekim dilbilimciler bu özellikleri esas alarak çeşitli dil aileleri tespit etmişlerdir. Ben Çevirmen kitabında, bildiğim Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürtçeyi benim üzerimde bıraktıkları intiba açısından değerlendirdim. Bunlardan biriyle ilgili olarak kullandığım nitelik kuşkusuz diğerleri için de belli oranda söz konusudur. Ancak genel ve ağırlıklı intiba budur bana göre. Bana göre bu dillerin bu özellikleri o dilleri konuşan toplulukların tarihleriyle, coğrafyalarıyla, kültürel özellikleriyle ve bunların hasılası olan karakterleriyle ilgilidir.

Arapça Kur’an’ın dili olması hasebiyle Müslümanlık dairesine giren bütün milletlerin dillerine dini terimler başta olmak üzere kelime vermiştir. Bildiğim diller itibariyle söylüyorum; Arapça kelimeleri dışarıda tutarsak bölgedeki diller yetersiz kalırlar. Bu bir cömertliktir işte. Millet olarak Arapların cömertlikleri ise dillere destandır zaten. Farsçanın nasıl işlek bir dil olduğu, Hafız’ın, Sadi’nin, Hayyam’ın, Mevlana’nın şiirlerinden bellidir. Farsça bir lezzettir. Lezzet ise eşyanın uyumlu bir şekil alışından edinilen duygudur. İslam ilminin irfani şekle bürünmesi de Farsçanın hakim olduğu İran coğrafyasında gerçekleşmiştir. Kitapta söylediğim gibi Orta Asya’dan telaşlı bir at gibi kopup gelen Türkler uğradıkları her coğrafyadan bir şeyler almışlar, derlemişler, toplamışlar. Türkçenin muhteşem, disiplinli ifade tarzı bu toplayıcılığın eseridir. Kelime Arap cömertliğinden Fars şekillenişinden çıktıktan sonra Türk’ün ağzında hünerli bir edaya dönüşür. Uzakta Türkçe konuşan bir insanın sesini duymasan bile dudaklarının disiplinli hareket edişinden Türkçe konuştuğunu anlayabilirsin. Kürtçe ise doğduğu coğrafyanın bir yansımasıdır tam anlamıyla. Dağlık, inişli çıkışlı coğrafyanın. Kürtçe de bu yüzden her an konum değişikliğinin etkisiyle alabildiğine korumacı bir özelliğe sahiptir. Dağın başında ayrı bir dünya, vadinin dibinde ayrı bir dünya var. Bu inişli çıkışlı süreçte ne ile karşılaşacağını bilemediğin için eldekini sıkı sıkıya korumak zorundasın. Kelimeleri de. Nitekim Kürtlerin karakterleri de inişli çıkışlıdır. Bir anda öfkelenen Kürt hemencecik pişman olup sakinleşir. Kişi dilinin altında gizlidir demiş Hz. Ali. Ayrıca Üslub-ı beyan ayniyle insan demişler. İmam Gazali’yi nispet edilen bir söz var: Cömertlik Araplardan, cesaret Kürtlerden, siyaset de Türklerden… Tam da bunu demek istedim.

Lefz lefz-ı Erebest/ Farısi Şekerest/ Torki hunerest/ Kurdi tac-ı serest (Dil Arabın dilidir/ Farsça şekerdir/ Türkçe hünerdir/Kürtçe baştacıdır) bu yüzden.