16 Nisan 2024 Salı / 8 Sevval 1445

Çirkinin kuramından söz etmek

Güzellik ve çirkinlik birbirlerini imleyen kavramlar olduğu için birinin doğasını anlamak için diğerini tanımlamak gerekir. Bu yüzden çeşitli yüzyıllarda sanatın niçin ısrarlı bir şekilde çirkinliği resmettiğini anlayabiliriz. Dahası çirkini dışlayan güzel bir yana, gülünç olan çirkinle kendiliğinden ortaklık kurmak suretiyle, çirkinin barındırdığı iticiliği yok eder.

ASIM ÖZ10 Ocak 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Çirkinin kuramından söz etmek

Sanatla ilgili teorik tartışmaları içeren kitapları belli bir sıklık ve yoğunlukta okuyanlar, bir süre sonra metinlerde yalnızca bazı kavramlar üzerinde durulduğunu fark etmişlerdir. Sanat metinlerinde karşımıza çıkan daha ziyade temelde bir idea olan güzellikle sınırlı olduğundan, güzelin negatifi konumundaki çirkinin bütüncül bir haritasını ya da haritalarını çıkarmaya matuf çabalar daha azdır. Bu durum bir açıdan estetiğin hoşa giden, çekici, uyumlu, etkileyici, mükemmel, görkemli, takdire şayan vasıflarıyla öne çıkan güzel olanla, güzelliğin üretimiyle ve sanatların sistemiyle ilgilidir.

Estetiğin çirkin ile ilişkisini felsefe, tarih, sanat, edebiyat ve hayattan örneklerle yeterince açık bir şekilde sunan Karl Rosenkranz’ın Çirkinin Estetiği adlı kitabı kavramı güzel ile garip olanın ortasında bir yerde ele almaya çalışır. Umberto Eco imzalı olan başta olmak üzere çirkinlik odaklı başka birtakım kitaplardan temel farkının ise meseleyi tarihi açıdan değil estetiğin imkânları çerçevesinde incelemeye tabi tutması olduğunu ifade edebiliriz. Yazar, kavramların gelişimini uygun örneklerle açıklayabilmek dahası estetiğin oldukça ağır bölümüne yönelik çalışma yapacaklara malzeme ve çıkış noktası sunabilmek için farklı toplumların sanatlarını ve akımlarını da dikkate almıştır.  Çirkin kavramı etrafındaki eksikleri gidermeye niyetlenen Rosenkranz, aynı zamanda Hegelin üç ciltlik Estetik çalışmasını tamamlamaya çalışır.

YAŞAM BİR HİKÂYEDİR

Birinin hayatını birkaç kelimeyle özetlemeyi amaçlayan anlatılara ihtiyatla yaklaşmak gerekse de son kertede düşünürleri kavramanın bir yolu da hayatlarını bilmekten geçer. Karl Rosenkranz, 23 Nisan 1805’te Magdeburg’da dünyaya geldi. Gençlik yıllarından itibaren çağdaş tarihten doğa tarihine kadar geniş bir alana uzanan eğitimine başlar ki, onun bu yönü Çirkinin Estetiği başta olmak üzere diğer eserlerine yansır. Fredrich Schleiphermacher’e olan ilgisiyle teolojiye yönelen Rosenkranz, 1826’da Saale’deki Halle Üniversitesine geçiş yapar. Burada ilgisi Hegel’in çalışmalarına doğru genişleyen Rosenkranz, Ortaçağ ve Romantik döneme yönelik ilgisini klasik felsefeye yöneltir. 1828’de Halle Üniversitesinde Alman Ortaçağ Edebiyatı üzerine doktorasını tamamlar, aynı yıl içinde Spinoza felsefesine dair çalışmasıyla doçentliğini alır. Rosenkranz, 1933’te Immanuel Kant’ın daha önceleri ders verdiği Könisberg Üniversitesi’nde çalışır. Avrupa’nın içten içe kavrulduğu devrimler döneminde; 1848’de Berlin’de bulunur. Bu dönemde hayal kırıklığına uğrayan Rosenkranz Berlin’den ayrılarak Könisberg’e geri döner. Yaklaşık kırk yıllık yazı hayatına onlarca yazı sığdıran Rosenkranz, Hegel, Goethe ve Diderot biyografilerini kaleme alır. Çalışmaları arasında ayrıca Öznel Ruhun Psikolojisi ve Bilimi (1837) ile çirkin konusunda ilk genel yaklaşımı sunan Çirkinin Estetiği (1853) adlı kitapları öne çıkmaktadır.

Çirkinlik odaklı eserin bugünkü manada güzel sanatların, zevkin ve estetiğin Avrupa dışındaki kültürlere de yayılmaya başladığı bir dönemde kaleme alınması bakımından önemli olduğu ayrıca belirtilmelidir.  Farklı kültürlerin eserlerine açık bir zihne sahip olsa da Rosenkranz, Almanların, İngiliz ve Fransızların kurmaca metinlerini düşüncesizce tercüme etmelerini döneminin “kanseri” olarak görür. Ona göre ülkelerin birbirlerinden yaptıkları tercümeler hem nitelikli olmalı hem de vasatın altına düşmemelidir. Doğaları gereği aşırı yüzeysel olan eserlerin tercümeleri karşısında polisiye önlemlerle netice elde edilemeyeceğini belirten Rosenkranz,  ancak gerçek eğitimin güçlendireceği duygularla bir çıkış yolu bulunabileceği kanaatinedir. Tam bir Alman gibi yaşayan Rosenkranz, 18 Haziran 1879’da Könisberg’de öldü.

Karl Rosenkranz’ın ilgi alanları oldukça geniş kapsamlıdır:  Felsefe, sanat tarihi, şiir ve bilim alanındaki yayınlarla tartışmaları yakından takip etmiştir. Bütün bunlardan edindikleri sayesinde çok disiplinli düşünmeyi başarmıştır. Geçerli olanın kısıtlı bir şekilde ele alınmasının önüne geçmek için verdiği örneklerde kritik bir bakış açısı hâkimdir.  Ciddiyet ve kesinlik arayışı ön planda olan Rosenkranz, kuramcı olarak çok çeşitli eserleri enine boyuna tahlil etmek zorunda kaldığını da itiraf eder.

KARANLIK DİYARIN PEŞİNDE

Karl Rosenkranz, Çirkinin Estetiği kitabının girişinde Goethe’den bir pasaja yer verir: “Sana tavsiyem/ Güneşe ve yıldızlara fazla kaptırma kendini,/ Gel aşağıya, karanlık diyara, takip et beni!” Günümüz edebiyat incelemelerinin odağında yer tutmasa da, Rosenkranz, roman, tiyatro ve şiir okumalarından hareketle sanat teorisi ve kültür eleştirisinde karşımıza çıkan çirkinin meydana getirilişini çok yönlü bir şekilde ortaya koyar. Ona göre çirkinin karşısında güzel olanın kusursuzluğunu daha canlı bir şekilde hissederiz. Çirkini güzel ile tuhaf olanın ortasında bir yerde, başlangıcından şeytani bir görüntüye büründüğü mükemmel şeklini alana kadar ele almaya çalışan Rosenkranz, cehennemi, sadece ilahi, dini-etik değil, aksine, aynı zamanda estetik bir mekân şeklinde yorumlar.

Çirkin olanın tam ortasında olduğumuzu düşünen Karl Rosenkranz, genel olarak negatifi, kusurluyu, doğası gereği çirkini, ruhtaki ve sanattaki çirkinliği, çirkinliğin sanatla ilişkisini, çirkinden hoşlanmayı ve çirkinin sınıflandırılmasını inceler. Ona göre çirkinin kapsamı duyusal görüntüler alanı kadar büyüktür. Sanat çirkini canlandırdığında yahut onu güzelleştirdiğinde çirkinin içerdiklerine karşıt olarak hareket eder; artık böylesi bir durumda çirkin olan çirkinlikten uzaklaşır.

AMORFİ, ASİMETRİ VE AHENKSİZLİK

“Biçimsizlik” başlıklı birinci bölümde ise amorfi, asimetri ve ahenksizlik kavramlarını tahlil eder. Güzelin soyut temel şartı bütünlüktür diyen Karl Rosenkranz, olumsuz güzel olarak çirkinliğin bütün olmayana dolayısıyla karmaşaya dayandığını ileri sürer.  Yanlışlığın çerçevelendiği ikinci bölümde yanlışlığın tabiatı, özel üsluplara yansıması ve sanatlardaki kusurlar üzerinde yavanlığa kaçmadan önemli izahlar getirir. Biçimsizleştirme odaklı üçüncü bölümdeyse bayağılığı, tiksindirici olanı ve karikatürü çeşitli veçheleriyle çözümler. Kısa olan sonuç bölümündeyse hem sanatlar zaviyesinden kitabın ana fikri hem de güzelliğin pozitif yıkımı bağlamında çirkinlik, karikatür ve şeytan meselelerine temas eder. Rosenkranz, özetle kitabı boyunca güzelin ancak çirkinle bağlantılı olduğu sürece kavranabileceğini ve çirkine dair bir bakış açısı geliştirmenin hayatiyeti üzerinde durmaktadır.

Oldukça hacimli ve kapsamlı olan eserinde çirkini ilkin negatif olanda, kusurlunun içinde arayan Karl Rosenkranz, bunun asıl değil, aksine varlığı güzel olana dayanan ikincil bir şey olduğunu ileri sürer. Çirkinin doğada kısmen de doğanın dolaylı biçimlerinde, hastalıkta ve sakatlık derecesindeki bozukluklarda nasıl gerçekleştiğini ortaya koyar. Ruh çirkinliğini ise doğal çirkinlikten ayrıştırır, ona göre bunun altında yanılgı, bilgisizlik, beceriksizlik ve kifayetsizlik değil, sadece çılgınlık ve kötü olan yer alır. Güzeli yaratan sanatın çirkini kendine konu edinmesinin bir karşıtlık şeklinde göründüğünü ancak bir taraftan dünyanın görünümünü yansıtan sanatın içeriğinin evrenselliğinden diğer taraftan da çirkinden araç olarak da olsa vazgeçemeyen yapısından dolayı bunun gerekliliğinin ortaya çıktığını ifade eder.

Konuya hâkim olan herkes Karl Rosenkranz’ın Çirkinin Estetiği kitabını “büyük bir gururla okula giden küçük çocuklar için yazmadığını” bilir. Rosenkranz’ın genel olarak estetik tarihindeki önemini değerlendirmenin bir yolu, onu çirkinliği çeşitli boyutlarıyla düşünen ve tasvir eden bir filozof olarak görmektir. Daha kritik okumalarla eserin düğümlerini çözerek tek tek tutamlara ayırma tutumu benimsenebilir. Fakat ele alınan konunun yapısı gereği elbette “çok çirkin konuları” işleyen kitabın okunabilirliği belli sınırlar içinde kalacaktır. Buna karşın çirkinin kendisi tek başına güzel kavramından ayrı tutulamaz. Zaten güzellik ve çirkinlik birbirlerini imleyen kavramlar olduğu için birinin doğasını anlamak için diğerini tanımlamak gerekir. Bu yüzden çeşitli yüzyıllarda sanatın niçin ısrarlı bir şekilde çirkinliği resmettiğini anlayabiliriz. Dahası çirkini dışlayan güzel bir yana, gülünç olan çirkinle kendiliğinden ortaklık kurmak suretiyle, çirkinin barındırdığı iticiliği yok eder.  Katılsak da katılmasa da Karl Rosenkranz’ın gürültücülükten uzak bir şekilde yaptığı çirkin analizi sanata dair kavrayışımızı zenginleştirmeye dönük bir girişim olarak tartışılmayı bekliyor.

Ekümeniklik Hıristiyanların kendi meselesi değildir

Süleyman Sefer Cihan uzun yıllardır Türk –Yunan sorunları üzerin çalışan bir gazeteci. Cihan’ın geçtiğimiz ay iki yeni kitabı yayınlandı: Türkiye ve Fener Rum Patrikhanesi/ Ekümeniklik İddiası, Ruhban Okulu ve Patrikhane Sorunu ve bugünkü komşuluk ilişkilerini ele aldığı Türk-Yunan Sorunları ve Bugünkü Yunanistan’ın Analizleri. 

Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olmasından itibaren ortaya çıkan ve1974 Barış Harekatı’ndan sonra iyice yoğunlaşan Türkiye aleyhindeki faaliyetleri, arka planında çok grift ilişkiler ağını barındırmaktadır. Süleyman Sefer Cihan, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” prensibiyle hareket eden Yunanistan’ın süreç içerisinde aşırı sol örgütleri, ASALA, PKK ve diğer Türkiye düşmanı terör örgütleriyle ilişkiye girmiş ve bunlara her türlü desteği sağlamış olduğunu söylüyor. Andreas Papandreu’nun 1965 seçimleri sırasında yaptığı bir konuşmada söylediği şu sözler bu bağlamda anlamlı: “Elenizmin mücadelesi, Kürdistan dağlarında başlar.” Bu konu ile ilintili sarfedilmiş ifadelerden sadece biri elbet. Terör örgütleriyle kurulan ilişki, kitapta çok çarpıcı başka birçok örnekle ortaya konuyor. Cihan, Türkiye’nin ikili ilişkilerin gelişmesi bağlamında sürdürdüğü çabaya da değiniyor kitabında. İki ülke arasındaki sorunları Kıbrıs, Ege Adaları, Azınlıklar, Pontus Devletini Diriltme, Yunanistan’da Türkiye’ye Yönelik Terörün Örgütlenmesi ve AB- Türkiye İlişkilerinde Yunanistan’ın çıkardığı Güçlükler başlıkları altında toplayan yazar, her bir başlığın hakkını derinlikli yorumlarıyla veriyor Türk-Yunan Sorunları ve Bugünkü Yunanistan’ın Analizleri isimli kitabında.

Ekümeniklik ve Ruhban Okulu tartışmalarını “Hıristiyanların kendi meselesi olarak” değerlendirmenin, konuyu küçük göstererek dikkatlerden kaçırma gayretinin ya da tarihi ve küresel mücadeleden bihaber olmanın tezahürü olduğunu belirten Süleyman Sefer Cihan’ın Türkiye ve Fener Rum Patrikhanesi isimli kitabı da bu alanda yazılmış en kapsamlı çalışma olma özelliği taşıyor.