19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Dua müşterek, çünkü dert müşterek

Mustafa Kutlu’nun bu son hikâyesi, hepimizin bir şekilde dâhil olduğu, en azından kıyısından köşesinden bulaştığımız, içine düştüğümüz vaziyeti anlatıyor. Duymamızda fayda var.

TURAN KARATAŞ11 Ekim 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Dua müşterek, çünkü dert müşterek
Eylülü ne çok sevdiğimi bilemezsiniz. Evvela tatlı bir hüzünle konuğumuz olur; sonra bolluk, bereket, hasat ayıdır. Ayva sarı, nar kırmızı, armut sulu, üzüm kehribardır. Kavunlar ve incirler iyice ballanmıştır. İpliğe dizilen alıçlar sarı-kızıl rengiyle kolları, göğüsleri sarmalamaktadır. Lâkin bu dağ yemişi alev alev rengiyle eylülün bitmekte olduğunun da habercisidir. Bir de hikâyeler, kitaplar getirir eylül, bir senenin serencamını. Bir yıldır biriken maceraların, öykülerin anlatılma vaktidir. Havalar azıcık soğumuş, yazıdan yabandan, dağdan bayırdan, bağdan bostandan, tatilden, denizden kumdan evine dönen ve köşeciğine çekilen insanlar için biriktirilmiş hikâyelerin okunma vakti gelmiştir. Eylülün kitapları arasında, son yıllarda alıştığımız bir mektup gibi beklediğimiz Mustafa Kutlu hikâyesi, bu sene Sevincini Bulmak adıyla çıkageldi. Okuduk, düşündük, kıssadan hisse çıkardık. Zihnimizde oluşan düşünceleri, görüşleri sizinle de paylaşalım istedik. 
 
İstanbul’un bazı semtlerinin özellikleri ve güzellikleriyle bezenen Sevincini Bulmak, bugünkü insanın yaşadığı kimi halleri, karşı karşıya kaldığı birçok meseleyi, çıkmazı, hoşnutsuzluğu, insanı bunaltan dertleri hikâyeye katıp önümüze getiriyor. Ne diyor yazar? Benim anladıklarım şunlar:
 
İNSANLAR BOŞLUKTADIR
 
1-Şehirler, gönül hoşluğu ile yaşanacak yerler olmaktan çıkmıştır. Kalabalık, gürültü, egzoz dumanı, beton, vakitsizlik insanın karabasanı olmuştur. Kaçıp gitmek, toprağa yeşile kavuşmak yani şehirlerin dışında yaşamak arzusundadır insan. Çünkü tabiattan uzak kaldıkça huzursuzluğu artmaktadır.
 
2-İnsan ciddi bir boşlukta yahut bunalımdadır. Bunun temelinde inançsızlık, sonra da doyumsuzluk yatmaktadır. Hikâyenin başkişisi Suna’nın aradığı sevinç, inançtan başka bir şey değildir. İnsanın bütün yaşantısıyla Allah’a teslim olmak hâli. Bu hâlden/sevinçten mahrum kalan insanoğlu nelere malik olursa olsun saadete kavuşamayacaktır.
 
3-Evlilikler sığdır, sağlıksızdır. Üç beş yıla varmadan boşanmak, kaçınılmaz gibi olmuştur. Evlenenler hangi meşrepten, cemaatten, cemiyetten, gruptan, hangi kesimden olursa olsun, gidişat ve akıbet üç aşağı beş yukarı böyledir. (Fakat bu aile yıkımında, suçu hep erkeklere yüklemek, insaflı ve gerçekçi olmaz.)
 
4-Kurumlar gevşemiş, yozlaşmıştır. Hikâye özelinde anlatılan üniversitelerde ciddi bir seviye kaybı görülmektedir. Yıllardır o dünyanın içindeyim, Türkoloji (Türk Dili ve Edebiyatı) camiası örneğinde anlatılanların fazlası yok eksiği vardır.
 
5-Yeni bir yönetici tipi türemiştir (töremiyesice!). Sığ, uyanık, kurnaz, fırıldak, her durumu çıkarına çeviren menfaatçi, süslü laflarının içinde sadra şifa bir şey bulunmayan geveze bir tip. (Hikâyedeki bölüm başkanı bu tipin temsilcisidir.)
 
Hikâyede anlatılanlardan daha birçok şey çıkarabilirsiniz, fakat benim fark edebildiğim ve yazarın ısrarla söylediği bunlar. Şunu da ekleyelim, son yarım asırdır İstanbul’un fizikî değişimi de hikâyeden çıkarılacak sonuçlardan biridir. Malûm betonlaşma! Anlatılan hikâye, hepimizin bildiği ve belki yaşadığıdır. Suna, Elif, Ali Balkan, Nilgün vd. sağımızda solumuzdadır, yani yanı başımızda yaşayıp duran insanlardır.
 
YAZARIN ARAYI BULMA ÇABASI
 
Uzun hikâye ile roman arasında salınıp duran bu anlatının teknik bir iki özelliğine de değinmek isterim. Önceki hikâyelerde de yer yer karşımıza çıkan, araya giren, bir takım müdahalelerde bulunan yazar, Sevincini Bulmak’ta daha sık görünüyor. Anlatımın gidişatına dair kuşkularını söylüyor, okura bazı açıklamalar yapıyor, yazarlığın cilvelerini (raconunu) hatırlatıyor vs. (Meselâ, “Tutunamamak aydın olmanın raconudur, bunu bilmen lazım yazar efendi.” diyor.) Yazar, hikâyenin bir kişisi olarak hep tetiktedir. Kimi yerde kendi haddini de hatırlatır, gücünün nereye kadar yettiğini, yazarın neye ne kadar hâkim olabildiğini?! Ayrıca, bazı yerlerde toplumun sorunlarına ilişkin tespitler, teşhisler, öneriler ortaya koymaktadır; sanat/şiir/yazı hakkındaki görüşlerini söyler. Söz gelimi, “Bir sürü şiir kitabı çıkardığı halde asla şair olamayanlar var. Ya kendilerini kandırıyor ya etrafın övgüsüne kanıyorlar.” der. Okuyucunun kanaatini önemsiyormuş gibi sualleri/ söyleşmesi de var. Hikâyenin sonundaki üçlü açıkoturum, yazar için, aslında bir çıkış yolu olmuştur. Hikâyenin artık bitirilmesini isteyen kahramanın arzusuna karşılık okurun itirazları, yazarın arayı bulma çabaları… Bu, yeni bir son biçimidir: 
 
“Yazar okura dönerek: 
 
-Ayrılma zamanı geldi. Her işin olduğu gibi her kitabın bir sonu var.
 
-Hayır. Macera yarım kaldı. Olmaz.
 
-Gösteri devam etmeli diyorsun. Okur kardeş şunu bil ki okuduğun macera göz boyamak için kaleme alınmadı. Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Sen, ben, Suna Hoca.
 
-Açıklama beni kesmedi. Galiba bu yüzden bir kitap ötekini doğuruyor. Yazarımız bir sonraki eserinde belki derine iner, işin sırrını açıklar.”
 
 Yeni roman tekniğinde adına “montaj” denilen bir çeşit “alıntılama” ya da Sevincini Bulmak’ta epeyce müracaat edilmiştir. “İstanbul’u dolaşmaya nereden, nasıl başlanır” konulu bir yazı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Günlükler’inden parçalar, bazı şiirlerinden dörtlükler, mısralar alınmış. Başka şairlerden alınan mısralar da var. Tanpınar, hikâyenin mühim figürlerinden biri olduğu için (hikâyenin başkişisi Suna Tanpınar uzmanı bir edebiyat doçentidir), bu alıntılar gerekliymiş gibi görülüyor. Ayrıca, Tanpınar’ın Günlükler’ine dair mülâhazalarda epeyce ileri gidilmiş! Hikâye içinde bir edebî eleştiri gibi.
 
Anlatımdaki bazı harcıâlem ve kalıp sözlerin, hikâyeye bir zenginlik, akıcılık, kıymet katmak yerine onu değersizleştirdiğini düşünüyorum: “Evim evim güzel evim”, “oyuna giren kol sallar”, “aynen öyle”, “içiyorsam sebebi var” vb. Dönüp okusa yazdıklarını, yazar da bunları fark edecektir, belli ki nazar boncuğu olsun istiyor.
Netice-i kelâm, Mustafa Kutlu’nun bu son hikâyesi, hepimizin bir şekilde dâhil olduğu, en azından kıyısından köşesinden bulaştığımız, içine düştüğümüz vaziyeti anlatıyor. Duymamızda fayda var.