19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Fatih’in gönül aynasına düşen güzelin hikâyesi

İstanbul’un Çağrısı kurgusu ve teması, karakterleri ve tekniğiyle hem tarihi roman severlerin hem de İstanbul’un tarihini, kültürünü merak edenlerin okuyabileceği bir roman. Tarihe tanıklık etmenin yanı sıra kültürel ve kutsal bir figür olarak İstanbul’u tanımak için bir giriş niteliğinde.

MERVE NUR EKİN16 Haziran 2018 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Fatih’in gönül aynasına düşen güzelin hikâyesi
Ayşe Kara’nın, İstanbul’un fethini kurgulayarak yazdığı romanı İstanbul’un Çağrısı, Timaş Yayınları etiketiyle yayımlandı. Tarihe adını kazımış kahramanların çok yönlü bir şekilde ele alındığı roman, bildiğimiz fetih anlatılarından farklı olarak İstanbul’un bakış açısıyla kaleme alınmış. Hece Öykü ve Türk Edebiyatı gibi dergilerdeki öykü, deneme ve gezi yazılarının yanı sıra Refia Sultan ve TYB Yılın Romanı Ödülü’ne değer görülen Lâl romanlarıyla tanıdığımız Ayşe Kara yeni romanı İstanbul’un Çağrısı’nda bu kez İstanbul’un fethini odak noktası alıyor. Ünlü ressam Devrim Erbil’in “İstanbul’a Dokunmak” adlı çalışmasının da kapağını süslediği İstanbul’un Çağrısı, bildiğimiz tarih romanlarından farklılık gösteriyor. Fatih’in “gönül aynasına düşen güzel”in fethini hem Osmanlı ve Bizans’ın hem de bizzat İstanbul’un ağzından dinliyoruz.
 
Bu yıl 565.’sini kutladığımız İstanbul fethini bugüne kadar pek çok yazar, araştırmacı, tarihçi, yönetmen, senarist vb. kişiden pek çok kez okuduk, izledik. Çoğunlukla Fatih’in ya da fethe katılan kişilerin gözünden aktarılan bu anlatılara ek olarak bugün Ayşe Kara, bildiğimiz anlamda bir fetih hikâyesini farklı bir gözle aktarıyor. Bilinen bir hikâye olsa da Ayşe Kara öyle bir çatı kuruyor, öyle yerleştiriyor ki olayları ve karakterleri bu çatıya; heyecanla ve bir solukta okuyoruz. 
 
FETHİN HAKKINI VERMEK
 
T Kitap’taki söyleşisinde böyle büyük bir hikâyenin hakkını verememekten korktuğunu söyleyen Kara, her şeyden önce kitabın pek çok yerinde kendini gösteren efsanelerden, şehir tarihinden ve mitlerden beslenerek; yani hem fetih hem de İstanbul’a dair zengin bir kaynak taraması yaptığı her halinden belli olan metniyle işinin hakkını verdiğini gösteriyor. İstanbul’un tarihini, mitolojisini, kültürlerini, Osmanlı ve Roma dönemlerini kaleme alırken okuru bilgiye boğmaktan da kaçınarak ustalıkla dağıtıyor metnine. Bir yandan kurgunun bir yandan da gerçeğin gözler önüne serildiği bir anlatı çıkıyor ortaya.
 
Fetih hikâyesini yalnız bir epik anlatı formunda vermek yerine bireyi/insanı merkeze alıyor Kara bu çok katmanlı kurgusunda. Hem Fatih ile Konstantinus’u hem de Osmanlı ve Roma halkını yalnız bir dönemin ya da kahramanlık hikâyesinin figürleri olarak değil; duygu ve düşünce dünyaları, korkuları, endişeleri, çıkmazları ve çelişkileriyle aktarıyor. İnsan’ı olduğu gibi; iyi-kötü, olumlu-olumsuz, aydınlık-karanlık yanlarıyla anlatırken de gerçek kahramanların tarihin tozlu sayfalarından çıkıp ete kemiğe bürünmesini sağlıyor. Fatih’in kimi zaman baş gösteren umutsuzluğu ve çelişkileri, Celep’in gündelik telaşları, Çakır’ın geçmişle hesaplaşması, Babanakkaş’ın renk çıkmazı, Elif’in yaşadığı acılara ve ihanetlere rağmen yanan şehadet ateşi, erlerin vatan aşkına canını hiçe sayması, İmparator’un ürkekliği ve umutsuzluğu, İhsan-Turan-Ramazan Boran’ın kâh yılgınlığı kâh azmi… Zafer sarhoşluğunun aldırdığı yanlış kararlar ya da atalet hali, beklenmeyen hezimetler, farklı grupların güç ve çıkar çatışmaları gibi insanoğlunun karanlık yanlarına da yer verilirken herhangi bir olumsuz ayrımcı ifade ile de karşılaşmıyoruz üstelik. 
 
ESTETİK VE ÜRKÜTÜCÜ
 
Tarihin “kahraman” ya da “ulu” addettiklerinin bile kimi zaman insan yanına yenik düştüğü ya da azametinden sıyrılmış bir şekilde olduğu gibi, bizim gibi karşımızda durması okurun metinle mesafesini de kırıyor. Kurmacayla gerçekliğin iç içe geçtiği metin, okuru tekdüze ve sıkıcı bir tarih anlatısı okumadığına ikna ediyor.
 
Farklı imparatorluklarla kültürlere tanıklık ettiğimiz roman, İstanbul’u bütün yönleriyle seriyor önümüze. Yazarın “kitap” olarak adlandırdığı yedi bölümden oluşan metinde sosyal hayatından ekonomisine, iç-dış politikasından gündelik yaşamına, soylusundan halkına, bu coğrafyada hüküm sürmüş farklı imparatorluklarla kültürlerin etkilerine kadar geniş bir yelpazede anlatılıyor. Hikâyenin belkemiğini oluşturan bir karakter olan İstanbul, bir yanıyla da bir mekân ve tema olmaya devam ediyor. Kutsallığı, estetiği, mimarisi, doğası ve havasıyla, kimi zaman ürkütücülüğü kimi zamansa âşık olunan kadın imgesiyle ahenkli ve canlı bir İstanbul panoraması çiziliyor. 
 
Hilkat 6136, İsa’dan Sonra 628, Ay 6 yılında “Ahmed’in Mektubu” bölümünde, kutsal bir emanet olarak saklanan Peygamber Efendimiz’in İmparator Heraklius’a mektubuyla başlayan kitap; fethin tamamlanmasıyla Hilkat 6961, İsa’dan Sonra 1453, Haziran 1 ve 857 Cemaziyelevvel 23’te sonlanıyor. Bu süre zarfında kimi zaman 1402 Semerkant’a, kimi zaman Sultan Murad dönemine, kimi zamansa kitapla anlatılan zamana dönüyor Kara. İç konuşmalar ve bilinç akışıyla da farklı zamansal geçişlere ve karakterlerin gününü de anlamamızı sağlayan zaman yolculuklarına tanıklık ediyoruz. Geçişler okuma sürecini baltalayacak ya da kafa karıştırıcı bir şekilde değil; metne ve kurguya katkıda bulunarak, bir çerçeve/bir bağlam oluşturulacak şekilde kurulmuş. Tüm bu ileri-geri dönüşleri, İstanbul’un hikâyesiyle tarihini boşluk kalmayacak ve kurguyu yekpare bir bütün olarak değerlendirebileceğimiz şekilde tamamlayarak düzenlemiş yazar.
 
İstanbul’un Çağrısı kurgusu ve teması, karakterleri ve tekniğiyle hem tarihi roman severlerin hem de İstanbul’un tarihini, kültürünü merak edenlerin okuyabileceği bir roman. Tarihe tanıklık etmenin yanı sıra kültürel ve kutsal bir figür olarak İstanbul’u tanımak için bir giriş niteliğinde.