25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Gecenin Yeşili’nde gizli öyküler

Barış Tut’un ilk öykü kitabı Gecenin Yeşili özenli dili, dingin atmosferi ve incelikli anlatımıyla dikkat çeken bir kitap. Profil Kitap tarafından yayımlanan kitapta, yirmi iki metin yer alıyor.

MERVE KOÇAK KURT9 Mart 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Gecenin Yeşili’nde gizli öyküler
Bir “Çöl” atmosferiyle açılıyor perde. “Uçsuzluğun solgun ve sıcak kum tepeleri.”diyor yazar. İçimizde bir çöl sarısı büyüyor. Kelimeler kum taneleriyle hemhal. Esrik bir metcezir gibi şimdi bütün hikâye. Dilimizde hülyalı bir tat bırakıyor. Sonra “Uyu(ş)ma” ile karşılaşıyorsunuz. İçinden konuşan bir anlatıcı var yine: “Bir pencere aç kendine ve bırak soluğunu dışarıya. Yatıp kaldığın yer bir sonsuzluk divanı. Düşlerin bile yanaşamadığı bir nadir-an köşesi.” diyor o da. Barış Tut’un ilk öykü kitabı Gecenin Yeşili’ni elime aldığımda hem söz dizimiylehem anlatım biçimiyle oldukça etkileyici. Diyalog olmadan da pekâlâ öykü yazılabiliyormuş, dedim. Dilin imkânlarını iyi kullanan bir yazarla karşılaşmıştım.

‘Deneme’ye değer…

Yazarın zaman zaman denemeye kayan bir öykü dili var. “Geceye Yolculuk” öyküsü başta olmak üzere bazı metinlerinde bu dil dikkati çekiyor. “Gece, bir evren yansıması, bir evren sureti. Bilincin uzanabileceği her şeyin aslı. Günün kuytularında görülen türlü tekinsizliğin sonrasında dönülen ev ferahlığı. Kör uçuşunda sana takılıp olanca gücüyle tutunan yarasa-yalnızlıklardan soyunulan yer. Tanı(ş)madığın yakınlarınla hasret giderdiğin gölgeli bir zamansızlık durağı yanılsaması.”

Sözü çok uzatmadan sorularımı sorulara geçiyorum bu sefer.

OKURUN YAZARA SORULARIDIR

lÖykü dilinizi şekillendiren unsurlar neler oldu? En çok hangi duraklarda durdunuz?

Öncelikle, her ne kadar yayınevi “öykü” etiketiyle okura sunmuş olsa da, “Gecenin Yeşili”ni oluşturan metinlerin “tanımlanamayan edebi nesne” olarak nitelenebileceğini düşündüğümü belirtmek isterim. Örneğin kitaptaki ilk metin “Çöl” 1999 güzünde kitap-lık dergisinde yayımlandığında, edebiyat deryası bir ağabeyimiz onun “bahr-ı tavil” olduğunu öne sürmüştü. Eski güzel zamanların müthiş dergisi Hayalet Gemi’de yayımlanmış olan “Günbatımı Yanılsamaları” öykü biçemini daha iyi taşıyor üzerinde. “Salyangoz” ve “China” minör edebi metinler, öyküye göz kırpıyorlar bir açıdan bakılınca. Kitapta denemeyi, anlatıyı akla getirebilecek türde metinler de var. “Gecenin Yeşili”, yeryüzü yolculuğumda bir ömürlük okumalarımdan damıtılmış özden dökülen inciler...

l“Diyalog” neredeyse hiç yok gibi öykülerinizde… Bunun özel bir sebebi var mı? Öyküyle hemhal olurken bir yandan da (M. Duras’ın o meşhur sözüne atfen) ‘yazarak susuyor musunuz’?

Diyaloğu metinlerdeki kişiler tercih edip geliştirmiyor olabilirler, bununla birlikte dizdiğim, izini sürdüğüm sözlerin sesi okuru diyaloğa çağırabilir, çağırıyordur, okuyanların o sözlerle böylesi iç-konuşmalar gerçekleştirdiklerinin tanıklığı var bende. Metinler toplamı diyaloğun belirgin görüldüğü bir yapı sunmayabilir ama okuma sırasında ve sonrasında muhakkak okurla bir diyaloğa kapı açıyorlar.

Susma meselesine de değinmeden geçemeyeceğim. Kitabın adını bir ara “Suskunluğun Ötesi” koymayı ciddi ciddi düşünmüştüm de, kıymetli editör ahbabım Selahattin Özpalabıyıklar yolumdan çevirmişti. “Ötesi” sık rastlanan, pek revaçta bir ifade diyerek uçurdu bu olasılığı zihnimden. Dolayısıyla “görünen suskunluk ve ötesindeki aşina olunmayan sözler” meselelerimden biridir.

l Anlatıcınız, “Türlü hikâyeler anlatan duruşunda yakınmanın izi yok, çelişik bir kaderciliğe takılmış gibi: Kader gözleriyle görmesini engellemiş de, o da böyle anlamsız bir tablayla bir ibadethanenin önünde dikilip durarak kadere nanik yapmak istermiş sanki.” diyor. Sizin için yazı ile yazgı arasında nasıl bir ilişki var peki?

Alıntınız benim için özel bir metafizik deneyimin metninden. Orada gözlerini yitirmiş dostumun hikâyesini doğrusu yazgıdan başka bir biçimde açıklamak bir boşluk duygusu bırakır gerisinde. Yazı ve yazgı arasındaki ilişkiye kelimenin türlü çeşitli anlamlarında selam duran bir metin yer alıyor bu kitapta, evet. Yazı’nın yeryüzü sahnesi gibi güçlü gerçeklik duygusu uyandıran bir yerde çokişlevli bir yanı var. İz sürmede, sahnede olup bitene katlanabilmede, acıyla baş edebilmede büyülü bir gücünün olduğunu biliyorum.

Bu noktada aklıma ClaudeLévi-Strauss’un yazma hali düşüyor. Hiç abartmadan söylüyorum; her sözünü bir inci haline getirene kadar siler, yeniden kurar, eğer-büker, değiştirir, on beş yirmi kez yazar her sözünü, yeniden yeniden. Ulaştığı söz parıltısı zihnine sonu fısıldar. Bilinç/vicdan berraklığı ve enginliğine ulaşmış insan, yazıyla yazgısını başkalaştırabilir.   

l Öykülerinizi yazarken zaman zaman denemeye kayan bir dil de var. Daha önce bir roman yazdığınızı da göz önünde bulunarak sorayım: Öyküde ısrarcı/kalıcı olmak ister misiniz? Yoksa diğer türlerle yan yana yürütmeyi mi düşünüyorsunuz yazı/n hayatınızı?

Roman etiketli kitabımı da bir roman olarak görmüyorum ben. En kestirmeden bu biçem sorununun çevresinden dolaşma fırsatı veriyor roman demek hepi topu. Bence “İlahi Morluk” da benim tanımlanamayan edebi nesnelerimden biri. “Gecenin Yeşili” güçlü bir biçimde öyküyü düşündüren bir metinler toplamı ama o ilk çağrıyı aşmayı bilip sözlerin uzandıkları zamansızlık diyarına açılabilmek benim açımdan sahici bir okuma yolculuğu gerektiriyor.

Yazma serüveni başlı başına bir hikâye ediş olduğundan, öykü hep yanımda yamacımda varlığını sürdürecektir. Şimdilerde yazarını epey zorlayan, bir stil egzersizi niteliği de içeren, dilin sınırlarına meydan okuma yanı güçlü bir anlatının üzerinde çalışıyorum. Bir de yine klasik sayılamayacak roman çağrışımlı bir metin çalışmam olacak.