19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Geri gelmeyecek olan en değerliye, gençliğe ağıt

Sona Ermek, kemale ermiş bir yazarın hem hayatla hem de sanatıyla hesaplaşmasını içeriyor. Selim İleri, yazar gibi üslubun da yaşlandığını, romanın da buradan hareketle yazıldığını söylüyor.

HALE KAPLAN ÖZ 9 Haziran 2017 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Geri gelmeyecek olan en değerliye, gençliğe ağıt

Selim İleri’den, yazarlıkta 50. yılını kutladığı bugünlerde otobiyografik öğeler barındıran bir roman çıkageldi: Sona Ermek. Çokça eser vermiş, kemale ermiş bir yazarın, iç hesaplaşmaları, gençlik özlemi ve yeniden yazmak konusundaki kaygılarını konu alan roman, bir daha geri gelmeyecek olana ağıt gibi.  Türk edebiyatının usta kalemlerinin, dünyanın tanınmış ressam ve yazarlarının ve en çok da çiçeklerin zenginleştirdiği bu metin, veda değil, vefa kitabı olarak okunmalı. 

l Sona Ermek romanını nasıl yazmaya başladınız? Nasıl bir yoldu bu yazım süreci? Ve başladığınız yer, sonla ne ölçüde benzerdi?

Aslında dört-beş yıldır bende etki bırakmış, sanatla ilgili kişiler ve sanat eserleriyle yaşar haldeydim. Bu birliktelik, günün birinde kendi kendine, böyle bir yarı anlatı, yarı roman, yarı otobiyografi bir yapıya dönüştü. Sanıyorum öyle başladı. Başta ne yazdığımın çok bilincinde değildim. Sonra zaten başlangıçtaki bölümleri defalarca değiştirdim. Ama hep bir şey olsun istiyordum. Ona kendi kendime buz revüsü adını takmıştım. Şimdi eskisi kadar yok buz revüsü ama benim gençlik, çocukluk yıllarımda İstanbul’a çok sık gelirdi. Sanatçıların, dansçıların buz üzerinde gidip gelişleri beni çok etkilerdi. Yapısı böyle olsun istedim. Yani uzaktan buz revüsü çağrışımlı bir şey yazmayla başladı. İki yıla yakın sürdü bu çalışma. Tabii yola çıkışımla sona erdirişim arasında büyük problemler de oluştu. Fakat yine de her şeye rağmen sonda başlangıç prensiplerime yakın kalmaya çalıştım. Yani sona geldiğimde de başta hayal ettiğimin çok dışında bir şey olmadı.

l Otobiyografik izlerin yoğunlukta olduğu bir romanı yazmanın zorlukları ya da yazara sunduğu avantajlar neler?

Otobiyografik yoğunlukta muhakkak ama ben bir otobiyografi olarak yazmadığım için hiçbir zorluğu yoktu. Otobiyografi yazmanın iki sebepten ötürü çok zor olduğuna inanıyorum: Birincisi, her şeyi kendine yontma, kendini haklı çıkartma tehlikesi. İkincisi birçok şeyi de söyleyememe meselesi. Birçok şeyi zaten yaşamadım. Uydurduğum şeyler de var içinde, kurmaca oldu diyelim. Asıl uydurmaca ama şimdi kurmaca diyoruz ona. Onlar da var. O açıdan otobiyografik bir yapısı olması beni yazarken zorlamadı. Salt benden yola çıkan bir roman değil. Oradaki anlatıcı diye geçen kişide aslında benden evet çok şey var ama bir yanda da benim gerçekten bir anlatıcı kimliği kurma çabam var.

l Bir yazarın gençlikteki üslubunu bir daha yakalayamama kaygısı, eserin yaşlanması sorunu… Sona Ermek bu endişelerin dillendirildiği bir kitap. Siz böyle bir endişe yaşadınız mı? Her yazarın altın çağı farkı dönemlere mi işaret eder?

Kitabın bütününde zaten doğal olarak bir sona yaklaşma söz konusu. Yani yaş itibariyle de olan bir şey. Üslubun da gerçekten yaşlanacağı kanısındayım. O da zaten bu romanın yazılış sebeplerinden birisiydi. Bu demek değildir ki yaşlı bir üslup, gençlikteki üslup kadar etkileyici olmayacak. Ona katılmıyorum. Tam tersine belki bazı yazarların, bazı şairlerin yaşlılık üslupları çok daha yetkindir. Mesela aklıma hemen Thomas Mann geliyor. Gençlik üslubuyla son romanlarından birisi olan Lotte Weimar’da’yı karşılaştırdığımız vakit çok daha zengin bir anlatıcı niteliği edinmiş olduğunu görürüz. Öyle bir kaygım yoktu. Yazarların altın çağı bizim ülkemizde olabilir. Yani bu gerçek altın mıdır yoksa sahte bir altın mıdır çok düşündürücüdür, ama böyle bir devir vardır. Yine bizim edebiyatımızdan klasik bir örnek vermek gerekirse Reşat Nuri ömrü boyunca Çalıkuşu’yla anılmıştır. Oysa kendisinin söylediği bir söz var “Çok rica ederim artık beni Çalıkuşu romancısı olarak anmayın, başka şeyler de yazdım,” diyor. Çalıkuşu’ndan çok uzun yıllar sonra yazılmış Kavak Yelleri veya Eski Hastalık romanları Reşat Nuri’nin başyapıtlarıdır. Ama ne yazık ki bizimki gibi değerlendirişleri daima ölçütsüz kalmış olan edebiyat anlayışlarında bir altın çağ vardır. 

l Ahmet Haşim, Abdülhak, Şinasi, Halit Ziya, Yahya Kemal, Tanpınar romanın gizli kahramanları gibiler. Sona Ermek’e veda kitabı değil vefa kitabı denilebilir mi?

 Çok güzel bir soru. Hiç şüphesiz ki bir vefa tarafı var onları anmamın. Ama aynı zamanda onların bizim edebiyatımızın bugünkü ortamında çok az okunduklarını, hatta okunmadıklarını, hatta hatırlanmadıklarını düşünüyorum. Bu isimleri, bugünün okuyucusu için çok çekici adlar olmamalarına rağmen bile bile kullandım. Çünkü onların hala bizim gerçek edebiyatımızdaki temel adlar olduklarına inanıyorum. Ya da en azından benim yazarlık yaşamımda temel adlar olmuşlardır. Başta da söylediğim gibi bu bir resital, bu bir revü ise bu revüde bu isimlerin zorunlu olarak yer alması gerekirdi.

l Yazarlar, ressamlar, şiirler, filmler, tablolarla çok zengin ve renkli bir içeriğe sahip Sona Ermek. En belirgin renklere çiçekleri ekliyorsunuz mutlaka. Kaktüsler,  taflanlar, küpeçiçekleri…  Çiçekler bu romanın nesi?

Çiçekler…  Anlatıcının kurtuluşu çiçeklerde, bahçelerde arayışı diye düşünmek belki mümkündür. Yani yaşadığı kaotik ortamdan, toplumsal kargaşadan bir anlamda bahçeyle, börtü böcekle kurtulacağını sanmak yanılgısı, saplantısı var diyelim.

l Gençliği çiçeklerle özdeşleştirme söz konusu. Sizin gençliğiniz hangi çiçekti? Bugününüzü anlatan çiçek hangisi?

Pek değişmedi. Gerçekten burada çiçekler tazeliği, gençliği yeni bir yaşamı simgelesin istedim. Kokusuz bir çiçek olmasına rağmen benim çocukluğumda da yaşlılığımda da sevdiğim tek bir çiçek vardı o da hercai menekşe. Şimdi tam mevsimi her taraf hercai menekşe dolu. Bana hercai menekşeler, maskeli baloya gitmiş insan çehreleri gibi gelirdi. Tabii artık maskeli baloya giden insanlar tasavvur etmiyorum. Maskeli balonun olmadığını anladım.

l Bu romanı okuyan herkes 4. Murat romanının yayınlanmasını bekleyecek heyecanla. Çok bekleyecek mi?

Çok başka dostlar da sordular “4. Murat’ı yazacak mısın, bitecek mi?” diye. Bilemiyorum. Evdeki çatıyı, burada yazdığımı düşünüyorum. 250 sayfalık bir metin var elimde taslak halinde. Kaç senedir, 2000’lerden beri var bu metin. Onları yırtıp atmadım bu romanda da vurguladığım gibi. Ama geri dönüp 4. Murat dönemini anlatan, tarihsel dokusu olan bir roman yazabilir miyim bilmiyorum. Bizim tarihi romanlarımız hep yazarın fantezisine kalmış romanlardır. Mesela Turhan Tan’ın gençlik yıllarımda okuyup çok sevdiğim Safiye Sultan romanı vardır. Orada Venedikli bir sultan anlatılır. Sonra tarihsel olarak anlaşıldı ki Safiye Sultan’ın Venedik ile hiçbir ilgisi yokmuş. O Nurbanu Sultan’mış. Bizim tarihimiz bu açıdan çok tuzaklı bir tarih. Resim de olmadığı için onları düşlemeniz, yansıtmanız zor. Gerçekte o tarihte, şu var mı, yok mu bunları saptamak sanıldığı kadar kolay değil.