25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Güçsüzü isimsiz bırakmanın ilmi

Avrupa’da bugün aşırı sağ zihniyet akıl almaz bir hızla yükseliyor. Kendini üstün görmek merkezinden neşet eden ‘güçsüzü isimsiz bırakma ilmi’, mazide kalmadı, maziden devralındı.

HALE KAPLAN ÖZ8 Şubat 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Güçsüzü isimsiz bırakmanın ilmi

Avrupa Şark’ı nasıl tanıdı ve yorumladı bugüne kadar? Bunu bize gösterecek devasa bir külliyat var önümüzde. Fakat bu yekun “Nereden başlamalı?” sorusunu da zihinlere getiriyor. Siyasi, sosyolojik ya da edebi temelli yazından nitelikli bir seçki ile başlamak en iyisi.

Biz de bir okuma haritası çıkarmak, bir nevi rehberlik etmek istedik okura. Ve sorduk. Avrupa’nın karanlık dönemlerini (özellikle sömürgecilik ve faşizm) en iyi biçimde anlatan, Avrupa kimliğinin kurucu dönemine dair kavrayış sunabilecek, Türkiye-Avrupa arasındaki bugünkü kültürel ve siyasal ilişkilere damgasını vuran tarihi arka planı ve yine bugün en mühim sorun olarak gördükleri göçmen meselesinin arka planını ele alan en yetkin kitapları Ali Ayçil, Bünyamin Bezci, Selahattin Yusuf, Asım Öz, Feridun Andaç ve Celal Fedai anlattı. 

KARANLIĞIN YÜREĞİ

Ali Ayçil: İnebahtı deniz savaşına katılan Cervantes, dönüş yolunda Türk korsanların eline geçmiş ve bir süre Osmanlı Cezayir’inde esir tutulmuştu. Yazar Don Kişot’ta hem İnebahtı zaferinin sevincini hem de esaretten nasıl kurtulduğunu kurmaca kahramanlar üzerinden hikâyeye dâhil eder. Kitapta, Sanço Panza’nın ağzından Mağripliler ve Türkler hakkındaki yargısını da paylaşır okurlarıyla. Cervantes’in Mağripliler hakkındaki yargısı hakaretin sınırlarında dolaşır; Türklerden bahsederken biraz daha insaflıdır. Mesela Sanço, efendisine kimi zaman şöyle der: “Yalan söylüyorsam Türk olayım.” Mağripliler ve Türkler, Batı romanının şafağında biri koyu ötekisi açık iki leke olarak belirirler ve bu lekeler romandaki evsaflarına paralel olarak her çağda biraz daha irileştirilerek bir sonraki çağa miras bırakılır.

Cervantes’in birkaç yıl esir kaldığı Cezayir’den, kendisinden yaklaşık üç buçuk asır sonra bir başka Batılı yazar da geçecektir: Albert Camus. Ama o bir esir değil, bu ülkeye yerleşen sömürge ustası Fransa’nın uyruklarından biridir. Camus, 1960’ta bir trafik kazasında öldüğünde, Yabancı ve onun mistik boş vermişi Meursault henüz tartışmaya açılmış değildi. 1989’da Edward Said, Yabancı romanındaki Arapları “Camus’nün metafizik bir keşif için arka planda kullandığı kimliksiz varlıklar” olarak tarif etti. Çünkü romanda Meursault’nun katlettiği kişinin de arkadaşlarının da bir adı yoktur. Yazar onlara sadece Arap demekle yetinir. Meursault da zaten sahildeki Araplardan birini katletmekten çok, bu olaydan bir süren önce dünyaya veda eden annesinin ölümüne evlat ilgisi göstermediği için yargıçların canını sıkmıştır. 

Edward Said’in Camus hakkındaki sözleri, Nijeryalı romancı ve eleştirmen Chinua Ache-be’nin 1975’te kaleme aldığı “An Image of Africa” (Bir Afrika imgesi) başlıklı meşhur eleştirisinin bir tekrarıdır aslında. Ache-be eleştirisinde bir başka yazar Joseph Conrad’ı ırkçılıkla suçlamış ve eseri Karanlığın Yüreği’nden yola çıkarak şöyle sormuştu: “Kimse gerçekten dar kafalı bir Avrupalının kendi çözülüşü için Afrika’yı aksesuar rolüne indirgeyişindeki akıl almaz ve sapıkça kibri görmüyor mu?” Karanlığın Yüreği, sömürgecilik tartışmalarında şu ya da bu sebeple hep referans gösterilmiş bir romandır. Romanda,  gemi kaptanı Marlow’un ağzından, Kongo nehrinin içerilerine doğru yapılan bir yolculuk anlatılır. Orada, yani içerilerde, Belçikalı bir firma adına yerli kabilelere fildişi toplattırmakla görevli bir beyaz vardır ve kendisinden bir süredir haber alınamamaktadır. Adı Kuntz’dur. Barınağının etrafı kafatasından çitlerle çevrilidir. Siyahlar ona tapmaktadırlar. Sömürgeciliğin altın çağında (1889) kaleme alınan romanda Kongo’nun yerli kabileleri, sömürgecinin vicdanını hiç yormayacak “insan-altı varlıklar” olarak resmedilmiştir. Onların bir isimleri yoktur, ormandaki öteki hayvanlardan bir farkları da. Romancı “beyazların meşakkatli işleri”ni anlatırken, “ilkel yerliler”i hastalıklı birer orman sinekleriymiş gibi fona serpiştirir. Bu “mahluklar”ın vicdanı rahatsız edecek ne bir adları ne de bir ‘iç’leri vardır! Cervantes’ten Conrad’a, Conrad’tan Camus’ye uzanan anlatı hattında doğu ve güney öznelerin değil, hepsi bir sözcükle adlandırılmış “adem görünüşlü”lerin coğrafyasıdır: Mağripli, Arap, İlkel… Buna şaşmamak gerekir; zira sömürgecilik güçsüzü isimsiz bırakarak onu beşerleştirme ilmidir. Bu daima işleri kolaylaştırmıştır…   

AVRUPA KENDİNDEN BAŞKASINI DÜŞÜNMÜYOR

Celal Fedai: İtiraf edelim ki geçmişte olduğu gibi bugün de Batı’nın kendi içinde diyaloglarla ilerleyen çok canlı bir düşünce hayatı var. Hans Blumenberg, Gemi Batıyor Seyrediyorlar’ı yayımladıktan birkaç yıl sonra Paola Rossi, Gemi Batıyor Seyreden Yok’u yayımlayarak onunla bir diyaloga girdi. Bu iki isim birbirleriyle diyaloga girmeden önce zaten Giambatisto Vico’nun Novum Organum’u ile diyalog halinde idiler. Diyaloglarda dile gelenin anlamı şudur: Bacon’nın resmettiği şekliyle ilerleme düşüncesinin ateşinden hız alarak açık denizlere yol alma cesaretini gösteren Batı’nın emperyal gemisi, Blumenberg’in resmettiği şekilde batmaktadır ve herkes de onu seyretmektedir. Bu öyle bir batıştır ki Rossi, bu batışı seyircisi olmamak vasfıyla resmeder. Batı’nın gemisi batmaktadır ama insanlık öyle iğdiş edilmiştir ki bu batışı seyredecek idrakten bile yoksundur. İşin aslı biz Müslümanlar da bu gemiye bindik ve bu batmakta olan gemi, bugüne dek bizi kendine yakıt ederek ilerledi. Modern zamanlar, Müslümanları zamana yayarak sistematik bir katliama tabi tuttu. Fakat bunu, Zygmunt Bauman’ın Modernite ve Holokost’ta yaptığı gibi bir anlatanı çıkmadı. Bauman’a göre, holokost, modernitenin bir sonucudur ve Almanlara özgü bir durum değildir. Modernitenin araçsal aklı ve onun bürokratik kurumlanışı, insan eylemlerinin ahlaki açıdan değil de teknik açıdan değerlendirilmesini esas hale getirmiştir. Bu bakımdan Nazilerin Yahudilere yaptığı zulüm, modernitenin doğal bir ürünüdür. 

Batı’nın dünya sömürüsünü ifade eden modernizm süreci, bir ileri aşaması olan postmodernizme ulaştı. Postmodernitenin Müslümanları nasıl kıydığını da tıpkı modernitenin nasıl kıydığını anlatan olmadığı gibi maalesef bir anlatan çıkmadı. Julien Benda, XX. yüzyılın başlarında Aydınların İhaneti kitabında, Batılı aydınların, manevi olanın sağaltıcı yanlarını vazetmeyi bırakarak maddi olanın gücünü eline geçirmiş psikopat eğilimli iktidarları nasıl desteklediğini bir bir anlatır. Almanlar, Fransızlar bu konuda pek güzel yarışırlar. İngilizlerin, Amerikalıların eline su dökemezler yine de. İçinde yaşadığımız şu postmodern dönemde, küreselleşmenin liberal mesajları Müslümanları bir kez daha avladı. Oysa Batı için liberal duygular sadece kendilerine ve onlara kölece bağlı olanlara yönelmişti. Türkiye son beş yılda bunu çok acı tecrübelerle gördü. İyi ki de gördü çünkü çok geç olabilirdi…

İşte bu gibi misallerden ötürü ortaçağ uzmanı bir tarihçi olan Jacques Le Goff’un başkanlığında yürütülen Avrupa’yı Kurmak adını taşıyan o gösterişli kitap dizisi, Batılı entelijansiyanın kendi içindeki kibirli diyaloğu olarak geliyor bana. “Avrupa kuruluyor. Bu büyük bir umut. Bu umudun gerçekleşmesi tarihi hesaba katmasına bağlı: Tarihten yoksun bir Avrupa öksüz ve geleceksiz olurdu.” diyen Le Goff’un bu sözlerinden yarım asır önce biz tarihimizi çoktan çöpe atmıştık. Avrupa bunu alkışlıyordu. Kendi en küçük tarih kırıntısını ihmal etmezken hem de… Bugün bu yüzden “Türkiye kuruluyor. Bu büyük bir umut.” sözlerinin bizim için gerçek bir karşılığının olması gerekiyor. 

AŞIRI SAĞI KİTAPTAN OKUMAK

Bünyamin Bezci: Aşırı sağın zihin dünyası kendini üstün görmekle başlamaktadır. Toplumlar ya da milletler arasında hiyerarşiden bahsettiğinizde aşırı sağın sığlıklarında dolaşıyorsunuz demektir. Bir zamanlar Edward Said Şarkiyatçılık adlı çalışmasında hiyerarşinin kurucu zihnini faş etmişti. Şarkiyatçılık literatürünün bizim açımızdan kapanışını İbrahim Kalın Ben, Öteki ve Ötesi adlı kitabıyla yapmış ve çatışma üzerine kurulu Batı ve Doğu kimliklerinin mutlaka çatışmak zorunda olmadıklarını ortaya koymaya çalışmıştır.

Hiyerarşik okumanın Marxist ayağını ise Avrupamerkezcilik kavramı oluşturmuştur. Immanuel Wallerstein’ın “dünya sistemi” içine gizlenmiş üstünlükler iddiasını en yetkin şekilde Samir Amin Avrupamerkezcilik kitabıyla eleştirel olarak okumuştu. Bir hakikat iddiası olarak Batı modernitesi yine postmodern düşünce tarafından sarsıldı. Hegel’in sistemsel iddialarını altüst eden Kierkegaard’ın varoluş biçimi olarak sunduğu “ya/ya da” diyalektiği karşıtlık ve çatışmaları aşmayı amaçlarken postmodernist parçalılığa da ilham kaynağı olmuştur.  Baudrillard’a göre Batı’nın kendi ölümünün hayali olan “milenyum” aslında aşırı sağ için de sonun başlangıcıdır.

Çoğunun iddiası bu başlangıca “ikiz kulelerin” yıkılışını yerleştirmek olsa da Avrupa’nın travması Türkiye’nin AB üyelik imkanının doğmasıyla alakalıdır. Öteki’nin bir ötesi gerçekten mümkün olacak mıydı? Dünya tarihinin uzun süreli okuyuşları ötekinin aşılması imkanını her zaman sorgulamıştır. Michael Hart ve Antonio Negri İmparatorluk’ta çatışmalardan oluşan bir bütünsellik olarak dünya siyasetini Marxistçe anlamlandırmaya çalışmıştı. Fakat çatışmacıların dünyası yine de özgürlüklerden beslenmekteydi. Oysa Kojin Karatani Dünya Tarihinin Yapısı’nda milenyum sonrasında kapitalist dünyanın üç ayağından olan devlet, toplum ve piyasa arasından yükselenin devlet olduğunu işaret ediyordu. Piyasanın yarattığı özgürlükler alanından çekilme devletin tahakküm alanına doğru olmaktaydı. Özgürlükler alanından geri çekilmeyi aşmanın yollarını göstermeye çalışsa da Karatani’nin işaretleri çözümlerinden daha değerlidir.

Bir zamanlar modern Batı’yı kaba bir şekilde dayatmanın yerini postmodernizmle birlikte çokkültürlülüğün tanınması almıştı. Bu gün ise Batı hiyerarşi iddiasından vazgeçmeden kendi kabuğuna çekilmektedir. Gazeteci Zeynep Atikkan Avrupa Benim’de topladığı ve anılarıyla zenginleştirdiği sahadan sıcak tespitlerinde geri çekilmenin sıkıntılarını ve tezatlarını ortaya koymaya çalışmıştı. Görünen o ki aydınlanmanın değerlerini artık kimseye layık göremeyen bir Avrupa ile karşı karşıyayız.

Aslında ötekini etik bir değer olarak gören postmodernistlerin bile oryantalist/emperyalist literatürü rafine ederek nasıl devraldıklarını Ian Almond Yeni Oryantalistler kitabında tartışmıştı. Artık kendi devletlerine kapanarak inceltmeye bile gerek duymadan “Yeniden Büyük Amerika” pervasızlığı marifet olarak görülmektedir. Özgürlük iddiasından vazgeçen Batı hakimiyet iddiasına yeniden dönmektedir. Aşrı sağ olarak görülen fenomen maalesef postliberal tahakküm iddiasının mayalandığı mecradır.