20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

İlk romandan bir kasaba sırrı çıktı

Türk edebiyatı bir ödül vesilesiyle güçlü bir romanla tanıştı. Sırlıçeşme, nihayet yazarını yeryüzüne saldı. Sırrını okuyucuyla paylaşacak. Kim bilir belki paylaşır gibi yapacak, sözün tamamını söylemeyecek.

PINAR ÇEVRİM VESEK4 Kasım 2017 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
İlk romandan  bir kasaba sırrı çıktı
Everest Yayınları’nın 2017 İlk Roman Ödülü, edebiyatımızı hem genç bir yazarla hem de onun güçlü bir romanı ile buluşturdu. Baştan belirtelim, 1983 doğumlu olan Ayhan Koç, kendi kuşağının dilinden konuşan bir yazar. En azından ilk romanı Sırlıçeşme bunu gösteriyor. Kendi kuşağının zamanını merkeze alan bir anlatı ve bunun başarısı bence edebiyatımız adına ve okuyucu adına bir ihtiyaçtı. 
 
Sırlıçeşme adını bir çeşmeden alan kasabanın romanı. Hikayemiz ta kasabanın kurucusu Deli Hamza’dan başlayıp zamanımızın kasabalılarına uzanıyor. Kasabaya neden “Sırlıçeşme” denildiğini Hişam Dede adındaki Habeşistanlıdan dinliyoruz. Romandaki dinleyici, romanın başkişisi ve yazarı Sadık. Evet, kasabada bir Habeşistanlı var. Ancak, işin ilginci kasabanın kurucusu Deli Hamza dahil, kopup gelen herkes marjinaldir. Bir çeşit kaybedenler buluşması diyebiliriz bu romana. 
 
Romanın anlatıcısı ve yazarı Sadık da Erzincanlı Hasan’ın oğludur. Yıllar önce, kaset yapma sevdasıyla İstanbul’a gelen ve sonrasında milletin içine çıkmamak için sırlı kasabayı bulan bir TIR şoförüdür, Hasan. Kasabaya yolu düşen Rum da Ermeni de var. Tehcirden, 6-7 Eylül’den yakasını kurtarıp gelmişlerdir. Romanımızın solcuları da var. Romanın diğer asıl kişisi Fikret’in babası 12 Eylül’de gözaltına alınan ve bir daha haber alınamayan birisidir. Kanlı canlı konuşamayan, romana sesiyle dahil olamayan baba, kahramanımızın her daim hayatında olacaktır. Fikret ise çocuk yaşta, eve dönmeyen babasının kitapları arasında çabuk aydınlanan biridir. 
 
KASABANIN SIRRI
 
Bu kasaba gerçekten bir sırra sahip. Deli Hamza’nın çeşmeye yazdığı ve ne olduğu anlaşılmayan sözler bir sırrı saklamaktadır. Yaşamın sırrını… Bunun peşine en çok Sadık ve Fikret düşer. Bu gizem kasabaya yakışıyor. Ancak, her kasabanın hatta daha kapalı toplumların dahi aydını veya meraklısı olur. Romanımızın çocuk kahramanlarına kalmış bir roldür bu. Roman her ne kadar yüzyılları bulan bir hafızayı günümüze taşısa da esas atmosfer 1980’ler ve 1990’lardır. 12 Eylül Darbesi’nin hüküm sürdüğü ve zaman geçse de hayatta belirleyici olduğu bir ortam vardır. Ancak, yazarın o zamana duyduğu özlem ve sevgi her satıra yansır. Değişen zaman ve değerler yine bir kasaba naifliği ile yaşanır. Örneğin ancak Sırlıçeşme’ye yakışan iki zaman hali vardır. Osmanlı devleti zamanında kasabanın devletle ilişkisi kasaba girişindeki “Selamünaleyküm devletlum” sözleriyle anlatılır. Peki Cumhuriyet zamanı? Arap harfleri ile yazılan eski yazı yerinde durur ama onun yanına kocaman bir “Hoş geldiniz” eklenir. “Hoş geldiniz”in yanında kendini belli edecek bir boşluk vardır. Kasaba halkı bu boşluğu sırf darbe zamanları için bırakmıştır. Tekrar tekrar yorulmamak için “Paşam” yazısı saklanır, müdahale olduğunda “Hoş geldiniz”in yanına eklenir. 
 
Bu örnekte olduğu gibi, roman boyunca yazarın mizahi üslubu kendini hissettirir. O zamanı özlediğini ve sevdiğini bize hissettiren de budur. Evet, gülüyoruz; ama yazar asla alay etmiyor. Hayatın garipliğine 2010’lu yıllardan bir bakış diyebiliriz. Roman boyunca bu üslubun bizi sürükleyen en önemli unsur olduğunu belirtmeliyim. En hüzünlü olayda bile durumu anlatacak, tebessüm ettirecek bir sözü var yazarın. Fikret’in tarih hocasına tarih ve empati dersi verdiği konuşmayı  “Gemide isyan vardı” ifadesiyle aktarır. 
 
Romanın kişisi bol. Ana karakterler arada bir sahneden çekiliyor ve kasabada neredeyse hiç kimse küstürülmüyor. Hatta, güneş gözlüğünü yıllarca bir kuzgundan korunmak için taktığını söyleyen Nimetullah Efendi’nin peşine düşen kuzgun dahi kendini gösteriyor. Burada anlatının Fikret ve Sadık arasındaki kuzgun konuşmasına Edgar Allen Poe şöyle bir dokunup geçiyor: 
 
“Bilmem. Burada yüzlerce kez kuzgun gördüm görmesine de,hiç tek gözlüsünü görmedim.” “Sen?”
“Ben de görmedim. Ayrıca kuzgunun kargadan ne farkı var ki?”
“Biri Edgar Allan Poe’ya ilham olmuş, diğeri atasözlerinde yerden yere vurulmuş.”
“Besle kargayı oysun gözünü! Gibi mi?..” 
 
MESAJ VE MİZAH
 
Romanda bir görünüp kaybolan ama; kasabada yeri olan karakterlerin bolluğu, hayatın içindeki neredeyse bütün unsurların eksiksiz ve sıkıcı olmadan anlatılmasını sağlayan bir özellik. Bu arada, aslında birden çok romanın malzemesi de romanda hazır bekliyor. Örneğin, kasabanın zenginlerinden Rahmi Amca’nın oğlu Turgut’un hikayesi. Kasabanın en imtiyazlı, en yakışıklı gençlerinden biriyken kaza yapar ve hapse girer. Kimsenin onu bağışlamadığı bir zamandan sonra şimdi kasabadır ve kahvehanede oturmaktadır. İşte bu Turgut’un peşine takılıp gitsek bir roman malzemesi bizi hazır bekliyordur.  Sırlıçeşme kasabası, aslında bizim asırlık serüvenimizden nasibini alan insanların buluştuğu bir yer. Zamanın ruhunu anlatacağım diye makale diline kaçmak çoğu yazarın düştüğü hatadır. Neyse ki, Ayhan Koç böyle bir şey yapmıyor. Mesajlar mizahın yoğunluğunda veriliyor. Fikret’in konuşmalarına gelince, hayır, Fikret’in yer yer lügat parçalamasından, koca adam gibi konuşmasından rahatsız olmadım. Başka türlü bir olamazdı, onun yaşadıkları, onu bu noktaya getirmişti, diyorsunuz. Yazarın anlatımdaki kuşatıcılığı bir zaafa şans vermiyor. 
 
Başta söylediğim gibi, Türk edebiyatı bir ödül vesilesiyle güçlü bir romanla tanıştı. Sırlıçeşme, nihayet yazarını yeryüzüne saldı. Sırrını okuyucuyla paylaşacak. Kim bilir belki paylaşır gibi yapacak, sözün tamamını söylemeyecek. Ona okuyucu karar verecek.