25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Issık Göl’den Solaris’e, Tarkovski...

Zaman, Tarkovski için hem yüzüne bakılarak seyredilen, hem içinde seyir halinde yol alabileceğimiz bir mümkünler alemi... Dolayısyla görmek ve gitmek fiillerini içinde barındırıyor Tarkovski’de zaman...  

SİBEL ERASLAN13 Temmuz 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Issık Göl’den Solaris’e, Tarkovski...

Ünlü sinemacı Andrey Tarkovski›nin 1970-1986 yılları arasında tuttuğu günlükler, Zaman Zaman İçinde başlığını taşıyor. 54 yıllık kısa hayatına sığdırdığı/sığdıramadığı işleri, günlüklerinde daha detaylı olarak okurken, ‘’Tarkovski aslında sinemacı değil de bir şaman mıydı?’’ diye sorarken bulabilirsiniz kendinizi... Şaman kelimesini, hem onun doğup büyüdüğü buzul steplerin kadim gizemini hem de yerle gök arasında gidip gelen bir şiir tütsüsünü andıran filmlerini bir nebze de olsa belki taşıyacağı için tercih ettim.

Onun sineması için çoğu kez ‘’şiirsel sinema’’ veya ‘’büyülü gerçekçilik’’ gibi ifadeler kullanılıyor. Bunu, biraz da, Tarkovski’nin sinema serüveninin, Sovyetleri yıkan glasnost rüzgarına eşlik eden zaman çakışmasına borçluyuz. Daha açık konuşmak gerekirse, Tarkovski Batılı eleştirmenlerin masalsı vurgularla egzotikleştirme ve Sovyet eleştirisine payanda teşkil etme girişiminden pozitif manada bir hayli pay almış bir sanatçı. Tarkovski Sovyet sinemacı olmasaydı bu kadar ilgiye mazhar olabilir miydi? Niye böyle zehir zemberek bir gazeteci sorusu sorduğuma gelince... Çünkü günlüklerinden takip ettiğim kadar, sadece ‘’şiirsel sinema’’ peşinde olan sembolist anlamda yeni ‘’Asya oryantal’’ dilini kurmuş bir sanatçı değildi o. Günlükleri aracılığıyla baktığınızda din, onun için bir yaşam biçimiydi. Yani bence kesinlikle dindar ve epik bir tarzı var. Bu yüzden mesela 1986 yılında vefat etmemiş olsaydı, belki bugün ‘’hür Batı’’nın, Doğu fobisi’ne (eastfobia) muhatap olacak bir ‘’gerici mistik’’ bile denebilirdi kendisine.

MÜMKÜNLER ALEMİ

Günlükleri okurken şunu farkediyorsunuz ki Tarkovski, postemodern anlamda bir zevkçi de değil. Mesela Paulo Coelho dili değil onun sinema üzerinden konuştuğu dil. Yani günümüzdeki moda haliyle bir giysi gibi üste giyilen Doğuculuk’tan söz edemeyiz Tarkovski sineması dediğimizde. Seküler bir zaman yarılması yaşamadığını, (film kurgusunda başka, hayatta başka gibi) günlüklerindeki samimi sorguları, itirafları ve sahiciliğiyle okuyoruz. Zamanı, varoluş uzayının hareketli ve içinde seyr edilen bir boyutu olarak tanımlıyor pek çok satırında. Seyretmek kelimesini çift tarafıyla bilinçli olarak zikrettim. Zaman, Tarkovski için hem yüzüne bakılarak seyredilen, hem içinde seyir halinde içinde yol alabileceğimiz bir mümkünler alemi... Görmek ve gitmek fiillerini içinde barındırıyor dolayısyla Tarkovski’de zaman... 

Onun tutkulu bir derviş gibi, günlüğüne ‘’martiroloji’’ ismini vermesi de manidar değil mi... Bir tür menkıbeler tarihi olarak gördüğü kişisel güncesinde, sinema onun için; zaman içindeki hayretli bir yolculuk, dokunamayacağını gayet iyi bildiği kader çeperlerine, dokunabilme hayali. Ve ağıt, yas tutuş...

Tarkovski; yıkılmış, kanatılmış, biçilmiş, düşürülmüş, unutulmuş, artık alay bile edilmeyen, zavallı kalbimizin türbedarıdır. Masal anlatacak tek bir ihtiyarın bile kalmadığı dünyada çaresiz iş, ona kalmıştır. Ruhu ve maneviyatı kölelik zinciri gibi gören Sovyet materyalizminin soldurduğu, reddettiği, imha ettiği çocuksu merakı, Stalker’da çalımlı bir yürüşe benzetir, Solaris’te aynı merak başka dünyalara gidiş geliş ihtimalini kovalar. Zaman Zaman İçinde adını taşıyan günlüklerindeyse, ‘’Bizim zaman hakkındaki bilgimiz, dünyadaki her türlü şey hakkındaki bilgimizden daha az’’ der. ‘’En olağanüstü keşiflerin bizi zamanın varoluş alanı içinde beklediği inancı yıllardır içimi kemirip duruyor’’ der. Onun sanatı, bir tür sınır arayışıydı. Günlükleri okuduğunuzda, hastalık, ev taşınması, borç harç para durumları, aile meseleleri gibi sıradan işlerle, ölüm, tanrı, insan ve zaman gibi metazfizik konuların nasıl da içiçe harmanlanarak aktığını daha net görüyorsunuz. Tarkovski’de birbirinden kopuk hiçbir şey yok kanaatine varıyorsunuz...

Sinema dilini ağır ve takıntılı bulduğum bir sanatçı Tarkovski. Bunu Tarkovski’yi en iyi bilen adamlardan birisi olan Akif Emre ile de uzunca yazışmıştık. Hatta Cengiz Aytmatov ile kıyaslayarak, bütünleştirerek. Ben onu ısrarla Tarkovski sinemasına çekmeye çalıştıkça, o ısrarla etraf hikayelerde dolanıyordu. Aytmatov’un meşhur Beyaz Gemi’sini de işin içine katarak tasvir ediyordu Tarkovski’yi. Tarkovski’nin peşinde olduğu sanat dili, bir çocuğun kaçıp kurtularak yola çıkmak istediği, ‘’Ak Kemi’’ye benziyordu... Kırgızistan seyahatinde Issık Göl kenarında tanıştığı bir fotoğrafçıyı anlatmıştı mesela bir Tarkovski mektubunda. Bu adam Tarkovski’nin yakın çevresinden bir kimseymiş ve sinemacının vefatından sonra kendisini Asya steplerine atmış, tek ve tenha bir kimseymiş. Bu anekdotu bilinçli olarak paylaştım. Çünkü bu tam da Tarkovski’nin günlüklerinde ve sinemasında bulacağınız dilin tarzıdır, tasviridir. Bu dil, sizin aceleci sorularınızı cevaplamaz, hatta biraz alaycıdır genel ve modern her şeyin karşısında, kendi anlatacağını anlatır, kendi kutsal arayışının, ‹›yitik cennet››in peşindedir.

YAS TUTAN BİR DİL

Hikaye içinden hikayeye geçerek, küçük ile büyüğün, parça ile bütünün ilişkisine dikkat çeker. Pek tabii kaderci bir dildir bu. Aynaya benzer. Kendinden bahsederken bir bakmışsınız ki sizi anlatmaktadır. Ve yas tutan bir dildir bu. Yas, nasıl taşırsa fanileri zaman denizinin içinde, öyle... Kıyametin koptuğunu düşünürsünüz, şehitlerin açılan koridorlardan rüzgar gibi gelip geçtiğini, kişneyen atlarını, kılıç şakırtılarını işitirsiniz...

Ve tragedyalara mahsus kehanetlerle doludur bu dil... Çektiği filmlerden bazen ürperir Tarkovski. Ürpermekte haklıdır. Ne yazdıysa başına gelmiştir... Nasıl gelmesin ki... Vecd halinde kurulmuş cümleler, defter üzerinde titreyen sağ ellerimizden ibaret midir sadece...