16 Nisan 2024 Salı / 8 Sevval 1445

İyi bir kitaplık nasıl kurulur?

Çocuğuna gönül rahatlığıyla bırakabileceğin bir kitaplık için, önce iç huzuruna sahip olarak oku ve kitapların hakkını ver... Böylece raflara neler koyduğuna yıllar içinde kendi özel formülünle karar vereceksin...

ERDİNÇ AKKOYUNLU10 Ağustos 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
İyi bir kitaplık nasıl kurulur?

Okur olma kararının nasıl verildiği, bir kitaplığın nasıl kurulacağını da belirler. Hayatın kanunudur: Bir ilişki nasıl başlarsa, sonradan ne yaparsan yap, ne düşünürsen düşün, ancak o başlangıcın üzerine inşa edilir... Öğren bunu. Yalnızlıkla öğren. Yalnızlık, insana öğrettiklerini unutmasın diye hayat boyu yanından ayrılmayan bir öğretmendir... Öğret bunu...

Okur olma serüvenim, 1990’ın ikinci yarısından sonra Kadıköy’deki sahaflardan kitap toplayarak başladı. Ve okuma perisinin değneği, hayatımdaki diğer bütün güzellikleri; tatmayı umduğum gerçekten sevilmek, değer verilmek de dahil bir alışveriş sonucu bana değdi... Sevgi ve kıymete dair hazineleri kaybederek, nitelikli kitaplarla buluşmaya ilişkin hali kararını vermeden ama sonucuna katlanarak yaşadım. Bir anlamda müebbedine mahkum oldum. Keşke bu tür kişisel mucizeler gerçekleşmeden önce, insanın bilinci her şeyi hesap ederek karar verebilecek denli aydınlık olsa. Halbuki yalnızlıktan kaynaklanan bir karanlıkta gördüğüm tek ışık, Kadıköy’ün sahibi ölmüş raflarından sahafların önüne dökülen iyi romanlardan başkasında değildi. Aklım başıma geldiğinde... Yani yaşamak isteyip de yaşamadıklarından kaynaklanan acıların okumakla geçmeyeceği, hele yazmakla tahammül edilebilir bir kalıba dökülmeyeceğini anladığımda... Okurluk yolu, geri dönülemeyecek kadar uzamıştı. Üstelik yaşamak istediklerim, kirletilen yalnızlığımla burnumdan getirilmişti... 

Seçeneğim olsaydı, harflerin anlamını bilmek dışında okumayla ilişkimi sınırlar... Edebiyat kuramlarının sırlarını ‘Yeni nitelikli romanlar yazılamaz’ düşüncesine yel değirmenine saldırır gibi saldırarak yeni nitelikli romanlar, öyküler yazacak kadar öğrenmez... Türkiye’de hiçbir zaman sonu tarifsiz acılarla bitmemiş talihle edebiyata dair bir bilek güreşine girmezdim... Yazmak, sen kazandıkça kaybettiğin bir uğraştır... En çok kaybetmeyi öğren... Yahut sus... Bunun için de boşvermeyi öğren...

YAŞAYAN ÖLÜLERİN MEZARI

Edebiyata ilişkin yol göstermenin sorumluluğu, okurun nereye kadar gidebileceği kestirilemediğinden oldukça büyüktür. Eni konu 50 yıl sonra bile olsa ‘Beni bu işe bulaştıran’ ile başlayan bir öfke cümlesinin öznesi olmamak için deli bir uğraş sayılsa da, yoldaki tüm tuzakları anlatmak ahlaki bir gereklilik sayılmalı. Sahi bugüne değin böyle bir çabanın da tanığı değilim. Karşılaştığım tek ifade biçimi; anayasa ile korunan eğitim hakkına dayandırılarak devlet okullarının müfredatını uygulayanlardan duyduğum, ‘Edebiyat okuru olun’  idi... İyi de kişiye ‘Edebiyat oku’ demenin diğer müptela edici ve icrası Türk Ceza Kanunu ile yasaklanmış eylemlerden farkı yok ki.

Okursan, hele ki yolun benim gibi daha ilk başta en iyilerin iyilerinden kader, tarafından seçilmiş kitaplardan oluşursa... Mesela Kadıköy’deki Akmar Pasajı önünde yer tezgahı açıp, ağlayarak eski kitaplar satanın... Aslında ölen babasının kütüphanesinden kurtulduğunu... Ve babasından kalan evin kitaplıksız genişliğini bu bitli eskileri yok ettiği için ona aşkı tazelenen eşiyle arasını düzelttiğini bilsen... Yine de Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana’sını büyük bir tat alarak okur musun? Kim bilir üzerinde 20 yıl geçtikten sonra bu anı aklına geliverir de, bir kitaplığın nasıl kurulabileceği hakkında yumurtlarken anıların kuyusuna düşersin. Yusuf değilsen de kuyudan çıkamazsın... Kader, kötüyü tekrarda ısrarcıdır. Iışık da sızmaz kuyuna... Zaten insan en çok kendi kuyusuna düşer ki, hayal kırıklıklarıyla kazılmış bu dik mezar yaşayan ölüleri yutar sadece...

O KUYUYA DÜŞME... ÇIKAMAZSIN...

Latin Amerika’dan çıkıp tüm dünyanın gönlüne giren yazar Gabriel Garcia Marquez der ki  ‘Hayat, insanın yaşadığı değildir. Aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır...’ Bugünün dünyasında en değerli iş yaşadığın an... Ve o anı en kaliteli, en güzel, en zirvede geçirmekken... Bunun için de hiçbir ahlak ya da gönül kuralı geçerli değilken... Bir kitaplığın nasıl kurulacağına dair yol göstericilik, okurluğunun başındaki bir gence... Yahut bugüne değin edebiyatta pek çok türden tarza geçiş yapıp, kendi okurluk rengini bulamamışa ne fayda sağlar? Ben de öyle düşünüyorum... Bu faydasızlık yolculuğunda hele ki yolun dibi uzun ve keskin aynı zamanda da daha önce pek çok kez düştüğün için kendi cesetlerinle dolu, denizi kanınla boyalı uçurumlardan geçiyorsa... Buna da hatıra deniyorsa... Şöyle yapalım: Bir kitaplık, sonradan dönüp okumayı isteyebileceğin kitaplarla kurulur. Peki, bu kitapları nasıl seçeceksin? Kendi rengini, kendi sesini bulacaksın. An’a verdiğin önemi değer ile değiştireceksin. Birisi senin için önemliyse işine yaradığı içindir... Ama insanlar için değerli ol ki, hatırlanman ve ilgi görmen iş görmenle ilgili olmasın... Kitaplara da öneme göre değil de değere göre bakmalısın.  Çocuğuna gönül rahatlığıyla bırakabileceğin bir kitaplık için, önce iç huzuruna sahip olarak oku ve kitapların hakkını ver... Böylece raflara neler koyduğuna yıllar içinde kendi özel formülünle karar vereceksin... Zaten kitap dediğin, çocuklara kalmayacaksa, okuma gitsin... Yaşamaya çalışmak okumaktan daha değerli bugünün dünyasında... Sonra kitaplardan örülü tuğlasıyla kendi kuyuna düşersin... Düşme... Çıkamazsın...