19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Kayıp tarihin peşinde

Mustafa Kutlu son kitabı Tarla Kuşunun Sesi’nde küçük tarihle büyük tarihin arasındaki dipsiz ve kopuk gibi duran boşluğa bir ip sarkıtıyor. Oradan çok sesli bir roman çıkıyor.

SİBEL ERASLAN4 Kasım 2017 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Kayıp tarihin peşinde
Mustafa Kutlu Hocamızın şifa ile çıktığı hastaneye hemen ardından ben yattım. Hocamın iyileşmiş olması benim gibi korkak birisi için en büyük moraldi. ‘’Korkma hepimiz yattık çıktık’’ diyordu Akif Emre, 37 yıl önce aldığı artık kabuk bağlamış ciddi yarasından söz ederken. Bir Osmanlı Sultanı Bezmialem Hatun’un garip gureba için yaptırdığı bu hastane, aynı zamanda nesiller boyu bir anlatı, o anlatının arkeolojisi, hem de bir ülke tarihi anlamındaydı aslında. İnsanoğlu dışında öleceğini bilen bir başka canlı türü yok. On binlerce yıldır öleceğini bildiği halde hala hayata sımsıkıca sarılan ve başına gelenleri anlamaya çalışan, ölümle birlikte bizi kuşatan derin yalnızlığımıza derman arayan, bu yüzden sanatı ve edebiyatı büyük bir hatırlayış ve teselli olarak kuran -nasibi kadarıyla tabii, sanat Allah›a rağmen olamaz- başka kimse yok yeryüzünde...Yaralardan, yataklara düşmeklerden, düşüp de kalkmaklardan, kalkamamaklardan, türbelerden, yatırlardan, doğum ve ölüm belgelerinden, toplumsal bir tarih yazılabilir mi? 
 
Mustafa Kutlu son kitabı Tarla Kuşunun Sesi’nde bunu yapıyor. Küçük tarihle büyük tarihin arasındaki dipsiz ve kopuk gibi duran boşluğa bir ip sarkıtıyor. Oradan çok sesli bir roman çıkıyor.
 
UZUN HİKAYE DİYEMEYİZ
 
Kendi edebi yürüyüşünü ‘’hikaye’’ olarak tanımlayan Kutlu’nun son kitabı hakkında ‘’uzun hikaye’’ diyemeyeceğim. Bu bir romandır. Sanırım zamana dair süreçlerinin uzunluğu ve kayıt altına alınmış resmi tarihle kayıt altına alınmamış sivil tarih arasında mekik dokuyarak ördüğü bu eserinde üslup olarak meddahtan, destan, tiyatro, hikaye ve post modern anlatıya kadar geleneksel, modern ve modern sonrası neredeyse tüm üslupları aynı gardıropta bütünleştiren bir tür resmi geçit kaleme almış... Bu çok yönlü ustalıklı tarz, her zamanki gibi sinematografik. Her zamanki gibi, yazar, hikayesinin içinden geçiyor. Hitchchock, kendi filmlerinde küçük de olsa bir ufak sahnede görünmek istermiş, kah tanık sandalyesinde bir çehre, kah kapıyı çalan postacı simasıyla kendi filmlerinin içinden geçer, buna da çok değer verirmiş... Usta yazar Mustafa Kutlu’daki bu görünme hissini, sanatçının güzele dair hissettiği o sonsuz aşkla ilgili olarak hayal ediyorum ben. Allah, ‘’gizli bir hazineydim bilinmekliği istedim’’ der yaratılış hikayemizin en başında. Hepimiz o büyük hikayenin içindeki küçük hikayeleriz. Ve bizler de görünmek istiyoruz, bizler de işin içinden geçmek istiyoruz. Kalemin yazgıyla ilişkisi içiçe...    
 
1998’de Saramago’nun Bütün İsimler’iyle birlikte ‘’edebiyat ve tarih’’e dair ve gerçekliğin ne olduğuyla ilgili, sanat lehine çok değerli bir titreyiş yaşamıştı zihin dünyamız... Saramago’nun ortaya koyduğu performansa göre; tarihi, bilimadamları değil edebiyatçılar yazacaktır. Hem de küçük ve gerçek insanların, devasa ülke ve toplum tarihlerinin yanında flu kalmış, içe kıvrılmış, anlatılmamış, paylaşılmamış, kısa, kısık, kesik tarihleri üzerinden. 
 
Kitap iki bölümden oluşuyor. Birisi ‘’zuhur’’ diyebileceğimiz Abdülhamit Han döneminden başlayan mütareke yıllarına, muhacirliğe, dağılıp kopmaya kadar giden inkıraz günleri ve bu çöküşü, onurlu ve gayretli duruşuyla, meşru müdafaasını hayattan yana kullanarak değiştiren küçük hikayelerimiz... Bir Yörük hikayesidir bu aynı zamanda. Yenilgiyi bile kuruluşun ana aktörü Yörükler üzerinden yeniden kuruluşa dönüştüren bir talihi yazıyor kitap... Kitabın diğer kısmıysa ‘’kayıp’’lığa dair. Böylece zahir olanı gaybi olanla bitiştiriyor Kutlu... Gizemli bir tarih bu ama aynı zamanda hepimizin başından geçebilecek kadar da doğal, hepimizin sahiplenebileceği kadar içten... ‘’Ne bileyim ben...’’ diyor. ‘’Her biri için bir destan mı söyleyeyim. İşte su üzerine bir yazı yazdık, geldik gidiyoruz. Şu gölgede bir miktar dinlendik...’’ Böylesi bir alçakgönüllükle kuruyor tarihe has edebiyatını Kutlu...
 
Kahramanlarının kaybolduğu bir gaipler hikayesidir bu roman aynı zamanda. Ama bu bir sarfınazar oluş değildir. Tam tersine ülkeye has genel zaman akışı, bir ülkenin kuruluş ve yeniden kuruluş destanı ancak bu şekilde tahkiye olur edebiyatta diyorsunuz. 
 
ALLAH KERİMDİR
 
Son sayfada Mustafa Kutlu’nun sanata bakış açısı da resmedilmiş aslında. Yarım kalmış bir hevesten ibaret değildir yaşamak. Umut, kendi atına binmiş ve gelmekte olan Ömer ile kaimdir. Allah Kerimdir...
Kitabı İstanbul Ankara arasında okudum. Mustafa Şahin ile Ankara kalesi ve Aslanhane Camii’nin civarında dolanırken, Cumhuriyet Bayramı’nın 94. sene-i devriyesi kutlanıyordu. 1289’daki bu muhteşem caminin minaresinde ve ana taç kapı girişinde kızıl tuğlaya, Horasan harcının arasına serpiştirilmiş mavi turkuvaz taşlar da bizimle birlikte seyrediyordu zamanı... Zaman, kıyısında sesli sessiz oyalanmaya çalıştığımız büyük bir deniz. Ve biz ölümle ve biz derin yalnızlığımızla kuruyoruz şehirleri ve ülkeleri... Sevmek, en büyük tesellimiz kuşkusuz. İşte kitaplarımız, işte minarelerimiz, işte yapraklarımız, işte geldik işte gidiyoruz...