24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Kazanmadan kazananların denizi

Santiago’nun kaderi Yaşlı Adam ve Deniz’de Hemingway tarafından dünyanın en büyük kılıçbalığını tutup, onu köpek balıklarına yem ettirerek sadece iskeletini kıyıya getirmekten ibaretti. Santiaogo bir an dahi Allah’ı bırakmadan, umudunu kesmeden; bir lokma yiyeceği olmadan, bir yardım edeni çıkmadan denizle, balıkla, yorgunlukla, yaşlılıkla savaştı ya... Hemingway de bir arayandı.

ERDİNÇ AKKOYUNLU9 Mart 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Kazanmadan kazananların denizi
Hayatın ne olduğunda dair kısacık bir tanımlama isteseler... Sorular ve çoğunlukla verilemeyen cevaplar derdim. Ama kendime hayat hakkında sormayı bir süredir bıraktım. Sadece yazı gereği soruyorum.  İyi bir talihe sahip değilsen eğer... Kendine sorduğun soruların çengeli hatıralara takılıyor ve bu avlanma hali, bir de acının kavlamış cilt yaralarından kan akarken, çok revan içinde bir uğraşa dönüşüyor. Köpeğin kuyruğunu yakalama çabasına eş değer bir boşa uğraşmakla, sonu hastalıklara varan bir taca çıkma durumu da gerçeklere tosluyor. Derken, kırgın ve yorgun bir kimsesizliğin kenara oturup soruyorsun: Bu sefer ne yazacağım?

Demiştim... Hayat sorular ve çoğunlukla onlara verilemeyen cevaplardan ibarettir. Yazarsanız, ki tanınmayışınız bu yazma halini ve çabanızı azaltan bir duruş olmaz asla, yazarsanız, ne yazacağınızı sorar ve buna yanıt ararsınız. Ve tanınan bir yazarsanız, bu ne yazacağım sorusuna vereceğiniz cevap asla tek başınıza olamaz. Okurlar, tanınmış yazarların ne yazabilecekleri sorusuna kitabını satın alıp-almama üzerinden yanıt verirler ki, işler tam da burada çatallaşır:  Okurun kendisinden ne yazmasını istediği sorusuna kapılan bir yazar asla kendi olamaz. Fakat çok satabilir ortalamanın istediğini verdiği için... Bu çok satmalar kaosundan da çıksa çıksa kağıt yapılmak için üretilen endüstriyel ağaçlara ilişkin bir katliam çıkar ki, bu da bir orman yangını sayılır. Yanan ormanlar nasıl canlanır bilir misiniz? Al işte bir soru daha... Ağaçlar, bitkiler, çiçekler, hayvanlar, taşlar hatta hava bile yandığında, her şeyin hiçliğindeki ormana bir masaldan düşüyormuşçasına ulu yağmurlar iner. Önce iç bunaltan is kokusu kaybolur. Dünya nefes alır... Sonra, yanmanın o kapkaralığının yerini kahverengiye çalan bir canlanma belirtisi tutar... Derken, güneş gören ilk çürümüş yaprakların nemiyle çimlenen ilk bitkilerin filizleri boy verir. Ağaçların alev yemiş, kararmış kabukları dökülüp, yerlerini yeni ve daha sertleri alır. Ateş kusmuş damarlarından koyu ve yapışkan reçineler akar. İlk karıncalar yuvalarına tekrar nimet taşımaya başladığında, yeşil yeşillenir.  Ortalık silme renge, kokuya keser. Ormanın sesleri kıyılardan başlayıp içeriye doğru dökülür, dökülür...  Bir uğultu dünyayı tutar... Ormanda yine bir yaşamak hali belirir; belki de bir başka yangında kül oluncaya kadar... Hayat her noktadan sanki akıllanmamışçasına fışkırır...

NASIL GERİYE DÖNER GİDEN

Ben, hiç yanmış bir ormanın eskiye dönüşüne gün be gün şahit olmadım. Sadece böyle olabileceğini düşündüm... Fakat yanmış çok insan gördüm: Hem bedenen hem ruhen yanmış insanlar... Beden yaraları ki, derin izler bile bıraksa vücutta, bir iyileşme süresi sonunda başına eski sıfatını alıyor. Ruh yaralarıysa en çok da hatırlanmak ve değer verilmekten örülmüş bir düşünsel iple dikilebildiğinde kapanan türden oluyor. Öteki türlü ve de hep hayatın karanlık tarafında durduğundan, ruh yaraları eğer sahibi onu göstermek istemezse, bir ruha dokunmadan fark edilemez. Zaten bazı ruh yaraları bulaşıcıdır. İster gönüllü dokun isterse başına ne geleceğini bil fakat karşındaki bunu ölümcül bir ihtiyaç olarak görsün öyle dokun... Nasıl dokunursan dokun... Bu ruh yarasına dokunma eylemi, en sonunda sana dokunan bir hale dönüşür. Şifasını senden alan diğer ruh başka yerlere gider. Sonu hep böyle olur hikayenin. Sen bu kez bulaşan bir yarayla kalıverirsin. Ne olur o zaman? Al işte bir soru daha... İyileşmenin senin ellerinde olduğunu öne sürenlerin haklılığı dünyadan da ağır olur. Ezilivermenin ruhu yeraltına çeken doğal savunma mekanizması düşülen dert ne denli derinse, ışığın o kadar uzak, o kuyudan çıkma halinin öylesine zor olduğu hallere dönüşür. Böyle vakitlerin zamana bölünmüş hali genelde yıllarla ifade edilir ve milim milim güneşe yükselmenin tek yolu da, daha evvel düşüp çıkanların hikayelerini hikaye etmekten yahut okumaktan geçer. Ki o zaman yine kendine sorarsın ne yazacağım ve ne okuyacağım? Al işte iki soru daha...

Yaşadıkça yani kendine sorular sorup cevaplar buldukça veya icat ettikçe eli yazmak için kaleme, okumak için kitaba gidenler... Bu uğraşın kurtulmanın mümkün olmadığı bir düşman eline düşmekle aynı olduğunu bilirler mi? Bir soru daha... Bilmez olurlar mı hiç. Lakin her seferinde bu tutsaklığın daha iyisi, daha kısası, daha güzeline düşmek için dur durak bilmeyen bir arayana dönüşürler... Arayanlar... Karanlık ve tekinsiz kuytularda dolaşırlar. Herkese gösterilen hüzünlerin alt metinlerine inerler. Başı beladan kurtulmayanların, bu kadere isyan ettiren yaşamlarının kurtulma takıntısı olurlar... Hiç yapmasalar, yazacakları metnin beğenilmesi için bu arayanlar, gidip bu tür bir beğeniyi arayanların ayak izlerinde yürürler... Arayanlar ki onlardır en tehlikelisi anlatıcıların ve dinleyicilerin. Bir arayan olduğun zaman yani sorular ve cevapları önemsediğinde hayat senin üstüne topuyla tüfeğiyle... Hatta hiç görmediğin, tarifini dahi bilmediğin kimi sevgililerin rüyandaki adam çıkması gibi kozmik şakalarla... Unutamama cezasına çarptırılmakla... Hatta vücudunun düşsel bir elektrikle tir tir titretilmesiyle ve buna şahit sevdiklerini üzmekle, üzdüğüne üzülmekle üstüne gelir... Ezer geçer. Arayanlar, bir an buldukları mutlulukları böyle yok oluşlara feda etmeyi baştan göze alırlarsa arayabilirler...

AÇTIKÇA ÇIKAR İÇİNDEN

Söz çok mu dolaştı? Al bir soru daha... Edebiyatın kıyısından mı uzaklaştık imgesel kılıçbalıklarını tutmak için? Al işte sorular sökün ediyor...  Santiago’nun kaderi Yaşlı Adam ve Deniz’de Hemingway tarafından dünyanın en büyük kılıçbalığını tutup, onu köpek balıklarına yem ettirerek sadece iskeletini kıyıya getirmekten ibaretti. Santiaogo bir an dahi Allah’ı bırakmadan, umudunu kesmeden;  bir lokma yiyeceği olmadan, bir yardım edeni çıkmadan denizle, balıkla, yorgunlukla, yaşlılıksa savaştı ya... Hemingway de bir arayandı. Yılmamanın, pes etmemenin, kazanmasan da kazanmanın arayanı... Belki de soruların verilemeyen ya da tatmin etmeyen cevaplarının toplamıdır bu roman. Böyle midir gerçekten? Al işte bir soru daha. Demiştim size. İyi bir talihe sahip değilsen eğer... Kendine sorduğun soruların çengeli hatıralara takılıyor ve bu avlanma hali, bir de acının kavlamış cilt yaralarından kan akarken, çok revan içinde bir uğraşa dönüşüyor. Benim size dediklerimin hepsi gerçek. Peki ya yalanlarım? Al işte, insanın en zor sorusu. Kendine dürüst olmanın sınavı... İyisi mi boş verin; sormadan yaşayın...