16 Nisan 2024 Salı / 8 Sevval 1445

Kenize Hanım’ın Pakistan’ında aşka yer kalmamış...

Kenize Murad, hanedan mensupları arasında en popüler simalardan halen. Türkiye’de sevilen bir yazar olduğu kadar, eleştirilere de muhatap oluyor. Son kitabı da epey gündem oluşturacağa benziyor.

SİBEL ERASLAN13 Eylül 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Kenize Hanım’ın Pakistan’ında aşka yer kalmamış...
Kenize Murad, 1940’ta Paris’te dünyaya geldi. Osmanlı hanedanının mahkum edildiği sürgün ve vatansızlık onun tüm sülalesini heder etmişti... Ama o Paris’te sefalet içinde vefat eden annesine göre daha şanslıydı... Annesi, Sultan V. Murad’ın torunu Selma Rauf Hanımsultan, hanedanın dağılma sürecinde apar topar denebilecek bir hızla Hindistan’a gelin gitmişti. Raca Seyyid Sacid Hüseyin Ali ile evlenerek uzak diyarlara geçmişti ki bu kuşkusuz mahvolan diğer sürgünlere kıyasla fevkalade iyi bir haldi. Bilahare bir vesileyle geldiği Paris’ten, Nazi kuşatması dolayısıyla geri çıkamayınca, 1941 yılında Paris’te bir otel odasında vicdanları sızlatacak bir yoksullukla vefat etmişti. Kundakta bir bebekken büyükelçilik bahçesine bırakılan Kenize’yi, iyi yürekli bir diplomat aile yetiştirdi. Bir Fransız kız hangi eğitim mertebelerinden geçiyorsa Kenize de o merdivenleri çıkarak yürüdü. Yıllar sonra babasını buldu ve fakat babası artık bir Raca değil, Lahor’da bir avukattı. Bir müddet onlarla yaşadıktan sonra, tekrar Fransa’ya dönerek gazeteciliğe başladı.
 
Kenize Murad, 1971’den bu yana dış ilişkilere dair belgeler servisine bağlı makaleler yayınlamaya başladı. Bangladeş ve Pakistan gibi ülkelerde bir süre yaşadı. Bangladeş, Etiyopya ve Beyrut kuşatmaları sırasında o bölgelerdeydi. 1979 İran İslam Devrimi esnasında devrimi takip eden savaş muhabirlerindendi. Kenize Murad, hanedan mensupları arasında en popüler simalardan halen. Türkiye’de sevilen bir yazar olduğu kadar, eleştirilere de muhatap oluyor. Son kitabı da epey gündem oluşturacağa benziyor.
 
HAKİKATE VAKİT YOK
 
Kenize Murad’ın, ata diyarı Pakistan-Hindistan sahralarından kaleme aldığı bir kitap Pak İnsanlar Ülkesi. İsmi her ne kadar naif olsa da okuyucuyu yanıltmasın, kitap bir gazetecinin kitabı. Olaylar, insanların ve ruh alemlerinin çok önünde ve o kadar çok ki, olayların heyecanlı örgüsünde insana ve hakikatine vakit kalmıyor.
 
İçinde pek çok gazete kupürü ve ulusal istihbarat raporları var. Politik medyatik ezberler, İslam ve Müslümanlar aleyhine tahkim edilmiş önyargılar da eklenince, bir safari, bir macera tadına varıyor kitap... O kadar çok olay var ki kitapta, olayların kalabalığından insana, insanın biricik varoluşuna bir türlü dokunamayan, ama dokunmayı zaten çok da dert etmeyen bir anlatı... Ama bu kadar istihbarat yığdığı halde, cidden çok akıcı bir anlatım. Belki ileride bir James Bond filmine bile dönüşebilir!   
 
Kitapta, tam olarak edebiyat/roman kriterleri içinde değerlendiremeyeceğimiz unsurlar var. Belki çeviri olması hasebiyledir. Ama daha çok belgesel izlenimini uyandıran şu alt açıklamaları kastediyorum... ‘’Gerçek şahsiyettir’’ gibi işaretlemeler, roman mı haber mi aralığında bırakıyor insanı... Kitabın sonunda hikayeden kopartılmadan eklenmiş teşekkürler gibi. Eseri roman olmaktan çıkartıp dosya-belge haline dönüştüren editoryal hatalar bunlar... Bir anı kitabına veya gazete yazı dizisine ya da politikacılara sunulmak üzere hazırlanmış Pakistan Dosyası izlenimine yaklaştırıyor bu malumatfuruşluk Kenize Hanım’ın kitabını... 
 
Niçin romanı tercih etmiş olabilir, deneyimli gazeteci? Roman, çağımızda dolaşım gücü en yüksek edebiyat tarzı. Kenize Hanım’ın bundan evvelki kitabı da (annesinin yaşadığı saraydan sürgüne uzanan dramatik hayat hikayesi) roman/hatıra karışımıydı ve çok satan romanlar arasında parlak taçlı bir kraliçe gibiydi. Büyük ihtimalle Pakistan kitabı da bu güçlü tecrübeye yaslanarak bu şekilde çıkartıldı.
 
BİR TERÖR BELGESELİ Mİ?
 
Fransız gazeteci Anne ile Pakistanlı tiyatrocu Kerim arasındaki duygusal yakınlaşma, ne yazık ki yazarın terör örgütlerine olan aşırı ilgisi yüzünden sönük kalmış, geçiştirilmiş, hayat hakkı tanınmamış bir aşk hikayesi. Ama bu o kadar cılız ki romanın arka cebinde unutulmuş yarım sayfa gibi adeta. Pakistan’ın geçirdiği sel felaketlerinden, evsizlerin mülkiyet sorunlarına, kız çocukların eğitilememesinden genç yaşta evlendirilmelerine, aşırı yoksulluğa, işsizliğe olduğu kadar bohem ve lüks düşkünü hayata dair birçok arka plan dosya var kitapta. Ama her adımda giderek Vahhabileştiği söylenen Pakistan’da cirit atan terör gruplarına dair kurulmuş tafsilatlı anlatılar tüm bu ayrıntıları örtüyor. “Bu bir terör belgeseli mi?” diye sorduruyor insana. 
 
Doğrusunu isterseniz Kenize Murad’dan daha incelikli bir Doğu kitabı beklerdim. Ama tipik oryantalist engellerle kendini kısıtlamış. Sisler içindeki Casablanca filminin içinden geçiyorsunuz, meşhur Avare filminden sahnelerle giderken, Doğu’nun egzotik güzelliğini keşfe çıkan Indiana Jones ile dans ediyorsunuz sayfaların arasında.
 
ONLAR, ONLARDIR. O KADAR.
 
Ve elbette feminizm... Öyle liberal bir heyecanla da değil. Saatte 200 km hızla giden Mercedes’inin dikiz aynasından acıyarak bakarken saniye içinde binlercesi yitip giden acıklı kadın hikayeleri bunlar. Ama kitapta Kenize Hanım’ın övgüyle bahsettiği Pakistanlı hanımlar da var: Begüm Nusret bir kolej sahibesi ve kadınların örtünmesi gerekmediğini savunuyor, tesettürden bahseden bir Arap konuşmacıya ‘’kara kütle’’ diyen, aydın bir ihtiyar bu, İngilizcesi mükemmel bir Pakistanlı... Sonra Samiye var, onun işi dans... Hintli bir sendikacı kadın, Peygamberi tahkir yasağı ile ilgili kanunla mücadele eden bir avukat hanım... Bunlar, Anne’in Pakistan’da rol model olarak yücelttiği kadınlar. Bir de kitleler halinde aydınlatılmayı bekleyen burkalı zavallılar var. Ama onlar kitapta dahi ciddi bir repliğe sahip değiller... Onlar, onlardır. O kadar.
 
Hikayedeki paradoks şu: Pakistan’ın jet sosyetesindeki bu kimseler arasından Kerim, Taliban ile dirsek teması içindeki bir örgütün aktif elemanı değil miymiş meğerse... Laik ve feminist kişiliği ile kitabın idolü olan Begüm Hanım’ın sanatçı torunu Kerim, mücahitler arasındaymış...  Daha da şaşırtıcı olan ise, Anne ile Kerim’in dedeleri, meğerse aynı Fransız diplomat değil miymiş... Bu tesadüf edişin tadını ancak bir Türk böylesine içtenlikle kaleme alabilir dedim gülümseyerek ve İstanbullu Kenize Hanım’ı selamlayarak... Birbirlerini tanımayan kuzenlerin yıllar sonra kaderin ağlarını örmesi sonucu, buluşarak birbirlerine aşık olmaları... Kuşkusuz bu bir Türk kültüdür ve Kenize Hanım bu anlatım tavrıyla adeta bizleri selamlamaktadır...   
 
Kitabı okurken dikkatimi çeken bir çarpıcı tespit de Batılıların Asya tutkusuna dair. Madem bu kadar aşağılıyorsunuz, hoşnutsuzsunuz Asya’dan, Müslümanlardan, Asya’da ne arıyorsunuz? Siz Fransızlar, siz İngilizler, siz Amerikalılar, niçin Afganistan’da, Keşmir’de, Pakistan’da asker, silah, bomba, roket yığıyorsunuz?
 
Hepsi bir değil diyor Kenize Murad, bölgedeki İslami Hareketler için. Tamam öyle olsun da yargıçlık görevini size kim verdi?
 
Ya Halifelik konusunda yazdığı zoraki cümleler? Güya Son Halife, Osmanlı’nın diyarından çıkacakmış ve bu lideri arayan gruplar varmış. Türkiye’den hacca gidenlerle Mekke’de karşılaştıklarında bazı Türklerin de Halife beklediğini duymuşlarmış... Türkiye’den Fransız usulü bir öç alma edası sezdim ben bu anlatım vurgusundan. Sultan torunu olan Kenize Hanım, sürgünlerle ve ağır dramlarla geçirdikleri yılların intikamını, Türkiye’de hala hilafet isteyenler var hikayesiyle almaya kalkmış anlaşılan.
 
Kitabın tercümesine de keşke biraz daha emek verilseydi... Jamal Karim yerine Cemal Kerim yazılabilirdi; Samiya değil Semiye, Taher değil Tahir, Parveen değil Pervin... 
 
Edebiyat, her seferinde yabancılaşmayı biraz daha aştıkça, hakikate doğru bazen cesaretle bazen kırılgan bir şekilde ama yılmadan iz sürdükçe, yargılamaktan evvel anlamaya çalıştıkça edebiyat olur. Gazetecilerin yazı dizilerini ve raporlarını, edebiyat olarak kabul etmediğimi söyleyerek hayat hikayesini her zaman ilgiyle ve saygıyla selamladığım Kenize Murad Hanımefendi’nin kitabı için daha çok şeyler yazılacaktır. 
 
Her şeye rağmen bizi Şalemar Bahçeleri’nde gezdirdiği için çok teşekkürler. Ve keşke daha gür olsaydı sesi ama her şeye rağmen aşka sahip çıkmasına da elbette minnettarız.