26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Kötü kalpli cadı ve Sisifos’un ceza taşı

Kendimi yol arkadaşı olurken aldığım cezalarla Sisifos’a çok benzetirim. O, ne vakit kayayı bin bir zorlukla Olimpos Dağı’nın tepesine çıkartsa, taşı yerine koymaya ramak kala Zeus’un lanetiyle ellerinden yuvarlanıp, büyük bir gürültüyle dağın eteklerine düşer.

ERDİNÇ AKKOYUNLU9 Haziran 2017 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Kötü kalpli cadı ve Sisifos’un ceza taşı

Kaldırım taşlarını bildiğim bir sokakta ya da ilk kez ayak bastığım bir şehrin köşe başında... Türkiye’de veya yurt dışında, nerede olursam olayım, başıma gelen ve kaçınılmaz şey bana yol sorulması... Adresini şaşıran kaygılı bir yüz, cevap alabileceği en güvenilir kişi olarak bazen kalabalık bir duraktayken doğruca... Ya da yanından geçip giderken, niyetini anlatmak istermiş gibi değil de, aramanın, o, her şeyin mazur görülmesini isteyen haliyle; niyetini anlayayım diye kolumdan tutarak... Veya yüzünü ve ismini unuttuğum bir tanıdığa ayıp ediyorum gibi karşıma dikilerek bana Türkçe dahil pek çok dilde adres sordu, soruyor, muhtemel ki soracak...

Sayısız kez başıma gelen bu duruma şaşırmayı bırakıp, yolunu kaybedene yolunu şaşırtmadan tarif etmek için kısa ve net ifadeler kullanma konusunda epeyce deneyim kazandım. Ve bir gün bir roman okurken aydınladım: ‘Ne anlatacaksam, adres tarif eder gibi anlatmalıyım.’ Kısa ve net ifadelerle yazmaya başladım. Bir yandan da yolunu yitirenlere, nereye gideceklerine ilişkin tarifime devam ettim. Ki bazen yolunu yitirmek sadece bir binayı ya da bir sokağı aramak değildi... Yanlış zamanda yanlış insan çarpılması da kişiye yolunu kaybettirir... En son böyle bir aşk dolu dost yürüyüşünde yolda bırakıldım. Şimdi o yürüyüşün geri dönüşünde ellerinde pişmanlıktan örülmüş kendi urganlarını taşıyan yaşayan ölülerle yolum kesiştikçe, boş ellerime bakıp «Hani senin intihar aletin» sorularına, «Boşvermeyi öğrenin» cevabı veriyorum...  Zira ne yaşarsan yaşa eğer yaşadıklarınla aydınlattıklarından süzerek damıttığının adı tecrübe değil de kin ise... O kinli zehir kadar acı bir zehir yoktur ki seni gün be gün farkına varmadan öldürsün. Hadi bunun da romanını yazsana. Pekala yazsan da kimse okumaz... Çünkü herkes biraz yolunu kaybetmiş halde, bu edebiyat aleminde başkalarına yol soruyor. Ve aldıkları cevap popülerlikten uzaksa, onları mutlu edecek menzile dair yol tariflerini ciddiye almıyor. Pekala, çok satanlara bak Türkiye’de... Fermuarını açmanın gönlünü açmaya yeğlendiği bir hayatın sürdüğü bugünümüz, sadece gönlünü açmış Raif Efendi ile Maria Puder’in hikayesi Kürk Mantolu Madonna’yı bir çok satar fenomenine dönüştürmedi mi? Aşka dair her şeyin kaç like’lik reytingi olduğuna ilişkin bir hayat sosyal medya paylaşımlarıyla yaşanırken... Bu durum, Pamuk Prenses masalında aynanın karşısına geçen kötü kalpli cadının “Söyle benden güzeli var mı dünyada?” sorusuna aynanın kırılma korkusuyla verdiği “Yok senden güzeli kraliçem” yanıtına benzemiyor mu?

ÖMRÜN KAÇ LİKE?

Bugün herkes Twitter’da, Facebook’ta, İnstagram›da kendi aynasının karşısına kendi paylaşımıyla geçerek “Var mı benden güzeli?” diyor. İleri gidip “Var mı benden mutlusu, şanslısı?” diye soruyor... Ve herkes, kendini güzel gösteren aynanın karşısında ‘kötü kalpli cadı’ marifetiyle duruyor. Kimse kendisine “Bak haksızsın, yanlış yaptın” diyen ile karşı karşıya gelmek istemiyor. Yani kimse kendisine kötü hallerini acı acı söyleyecek bir dostu önemsemiyor... Hemen her şey ve başta edebiyat, sosyal medya paylaşımlarının kaç beğeni alabileceği en büyük öğesi haline gelen materyali oluyor. Yahut olmuyor mu? Eğer olmuyorsa 80 milyonluk Türkiye’de hem Türkçe hem de çeviri yeni çıkanları takip eden okur sayısı neden 20-25 bini geçmiyor? Pekala bu sorunun yanıtı çok ciddi bir sosyal araştırmanın soncuyla verilebileceği gibi, serbest biçimde yazılmış bir kitap eki makalesinin de konusu olmaz mı? Yoksa size kalp kırıklıklarından ve buna vurgu yapan şiirlerden mi bahsedeyim? Sonsuza kadar bahsetsem ne çıkar, kimse duymak istemeyen kadar sağır, görmek istemeyen kadar körken sonsuza kadar konuş, yaz... Sahi ben kime yazıyorum? Kim okuyor beni?

Sisifos’u bilir misin? Hani şu Yunanlıların arsız Tanrısı Zeus’un bir başka Tanrı’nın kızını kaçırdığını görüp, kimine göre müzevirlik kimine göre de vatandaşlık görevini yapıp onu ihbar eden... Sonra da Zeus’un gazabına ‘Olimpos Dağı’nın tepesine şu kayayı çıkartırsan üzerindeki laneti kaldırırım’ diye uğrayan bahtsız Sisifos... Kendimi yol arkadaşı olurken aldığım cezalarla Sisifos’a çok benzetirim. O, ne vakit kayayı bin bir zorlukla Olimpos Dağı’nın tepesine çıkartsa, taşı yerine koymaya ramak kala Zeus’un lanetiyle ellerinden yuvarlanıp, büyük bir gürültüyle dağın eteklerine düşer. Ve Sisifos, bıkmadan, usanmadan daha doğrusu başka çaresi olmadığından o kayayı Olimpos’un tepesine yine taşır; yine aynı sona uğrar...  Bu böyle sürüp gider...

Şiirimizin önemli ismi Şükrü Erbaş diyor ki

“Senin korkularını,

benim inceliğimi doldurup yüreğime,

Bıraktığın boşluğu yonta yonta

binlerce heykelini yapacağım.”

O kuyudan diyorum ki...

Ben de, Sisifos gibi cezanın taşını Olimpos’un tepesine koyarsam, lanetten kurtulacağımı sanıyordum. Ama ben bir yol sorucuyum. Ancak bir yolun nerede olduğunu söyleyebilirim. Şu sınırlı hayatta edebiyat tarihinin incelikle süzdüğü klasikleri okusanız yeter, yenilere de şöyle bir baksanız olur diyebilirim. Bu da hiç okunmayacağından kasıtla yeni bir roman yazılmamayı beraberinde getirir ki, bu çabayla uğraşırken bu yolu sana gösteremem. Ancak ve ancak Sisifos’un ceza taşını alarak yonta yonta bir heykel yaptığımı söyleyebilirim... Heykelin adı mı? İnsanları maaş bordrolarında yazan rakamlar, oturduğu semtler, yahut sonradan başka şeylere pekala çevrilebilen güya sevgi ifadesi dövmelerine göre... Sadece sevmek için değil, yürekten bir özür dilemek için de böylece insan ayıran için...  Kinden değil de, kırılmaktan gelen bir boşvermişlikle... “Onun Anıtı” dedim. Aslında kandırdım sizi yüreğe basılan taşlardan örülü bir duvara yaslanarak, sızmayan umut ışığının karanlığında el yordamıyla yazıyorum. Ve oradan fısıldıyorum: “Boş ver gitsin... Okumak o kadar da iyi değil... Biraz da yaşamayı dene...”