16 Nisan 2024 Salı / 8 Sevval 1445

Mahremiyeti yeni teknolojiler üzerinden, yeniden konuşmamız gerekiyor

“Ben ve yabancı arasında çizilen çizgi, Facebook ve benzeri mecralar tarafından belirsiz hale getirildi. Dolayısıyla kamusallığın doğası da değişti. Bu sebeple kamusallığı ve öteki ile ilişkiyi, benliği, mahremiyeti yeni teknolojiler üzerinden, yeniden konuşmamız gerekiyor. Mahremiyet kitabı böyle bir konuşma ihtiyacından kaynaklanan bir çalışma.”

HALE KAPLAN ÖZ14 Mart 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Mahremiyeti yeni teknolojiler  üzerinden, yeniden  konuşmamız gerekiyor

Mahremiyet/ Hayatın Sırları ve Sınırları Nazife Şişman’ın editörlüğünde hazırlanmış, mahremiyet konusunu disiplinlerarası  bir yaklaşımla ele alan hacimli bir çalışma. İnsanların ‘göründüğü kadar var olduğu’,  kendini sergilemekle baskılandığı bu dönemi anlamak için bugüne özgü yeni mahremiyet sorunlarıyla yüzleşme kitabı aslında. Mahremiyetin nasıl değişip dönüştüğü, sosyoloji, tarih, hukuk, mimari, tasavvuf, felsefe  açısından; mesafe, şeffaflık, sermaye, ifşa, ihlal, itiraf gibi anahtar kelimelerle irdeleniyor çalışmada. Kitabın bazı yazarları ve editörüyle kısa bir söyleşi yaptık…

 Mahremiyet nedir, sır nedir, sınır nedir? Dijital mecralar bu tanımları ne oranda değiştirmiştir? Sizi bu kitabı hazırlamaya yönelten temel saikler ne-lerdir?

Nazife Şişman: Sır, metafizik çağrışımları olan bir kavram. Ama günümüzde daha ziyade suçla irtibatlı bir anlama hapsolmuş vaziyette. Reality show’larda “aile sırları”nın sunuluş biçimi, hikayesi gizem ve sır etrafında örülen komplo teorileri, bu çağrışımı besliyor. Mahremiyet bir açıdan sır, bir başka açıdan sınır demektir. Esasında mahremiyet, insanın insan kalabilmesini sağlayacak olan sınırdır. Kim bize ne kadar yakın olabilir, ne kadar görebilir, ne kadar bilebilir? Mahremiyeti bu sorular üzerinden tanımlayabiliriz. Dijital gözetim öncesi zamanlarda, kişinin kendisine kimin baktığını kontrol etmesi için kullandığı bir takım araçlar ve mekanizmalar söz konusuydu. Kapı, pencere, duvar, izleyiciye uzaklık... Bunlar mimari/mekânsal sınırlardı. Halbuki günümüzde bu sınırlar üzerindeki kontrolümüzü kaybetmiş durumdayız. Bugün kapı pencere gibi sınırlar bizi korumuyor. Kameraların gözü bütün sınırları aşıyor. Ben bana kimin baktığını bilmiyorum ve bunun üzerinde bir kontrol gücüm yok.

Diğer taraftan görünmeyenin değersizleştiği, şeffaflığın ideoloji haline geldiği bir toplumda yaşıyoruz. Bu konular tartışılırken mahremiyet deyince sadece kadın bedeni ve örtünmenin gündeme alındığını görüyoruz. Müslüman bir toplumda mahremiyeti cinsiyetle, örtünmeyle bağlantılı düşünmek kaçınılmaz belki. Ama sadece buradan bakarsak, peçeli bir kadının ev içi görüntülerini paylaşmasını nasıl yorumlayacağız? Fıkha hapsedemeyeceğimiz derin ve geniş bir konu mahremiyet. İnsanlık tarihi kadar eski bir mesele olsa da bugüne has ve yeni sorunlarla karşı karşıyayız. Çünkü mahremiyet, öznel, değişken ve yaşayan bir gerçeklik. Bu tespitten yola çıkan bir çalışma Mahremiyet: Hayatın Sırları ve Sınırları.

Esasında kitabın hikayesi sevgili arkadaşım Fatma Barbarosoğlu ile ortak bir derdimize dayanıyor. Akademinin okuyucuyla buluşması, meseleleri tartışa-cak bir “edebi kamu”nun teşekkül etmesi, yıllardır dertlendiğimiz bir konuydu. Ortak çalışma alanlarımızı, mesela teknolojinin insanı kuşatan yapısını tartışır-ken hep bir muhitin ihtiyacını duyduk. Mahremiyetle ilgili derleme de böyle bir ihtiyaçtan kaynaklandı. Konu disiplinler arası bir ele alışı gerektiriyordu. Çerçeveyi, konuları, yazarları birlikte belirledik. Zaten çok yazarlı bir kitap iki editör ismi olmasın deyince kitap benim ismimle yayınlandı, ama ismi dahil kitabın teşekkülündeki emeğini burada zikretmek borcum.

Değişenleri ve değişmeyenleri, tarihi ve güncel olanı, gündelik hayatı ve metafizik boyutu dikkate alan bir değerlendirme ihtiyacından yola çıkıyor bu ça-lışma. Kıymetli yazarlarımız, felsefe, sosyoloji, tarih, ahlak, fıkıh, tasavvuf, mimari ve hukuk disiplinlerinin içinden ele alıyorlar mahremiyeti. Bu derleme ile yapmaya çalıştığımız, hem değişenleri hem sabiteleri dikkate alan bir idrake davet.

Panoptikonda bir merkezden herkesin gözetlenmesi söz konusuyken şimdi çok merkezden herkesin gözetlenmesi söz konusu. Kitabın sunuşunda dikkat çektiğiniz bu yeni durumda gözleyen de gözlenen aynı zamanda. Bu yeni konumlanışa bu kadar çabuk uyum sağlamak nasıl mümkün olabildi?

Nazife Şişman: Evet günümüzde sadece devletler vatandaşlarını, teknoloji şirketleri “kullanıcılar”ını, kapitalist şirketler muhtemel tüketicilerini izlemiyor, herkes herkesi izliyor. Bu sebeple mahremiyet meselesini sadece cebri gözetleme, devletlerin, kurumların gözetlemesi üzerinden anlayamayız. Mutlaka ifşa ve teşhir kültürü üzerinden de yorumlamamız gerekir. Hayatların bir ürün gibi pazarlandığı ifşa ve teşhir kültüründe, her şey veri (data) haline geliyor. Sistem uyanık olduğumuz her anı yakalayıp paraya dönüştürmeye çalışıyor ve bizim de data portföylerimizi şekle şemale sokan data girişimcileri olmamızı bekliyor. Gündelik hayat finansallaşırken, tartışma, metalaşma ve pazarlama üzerinden değil de, daha ziyade “telif hakkı” üzerinden yürütülüyor. “Mahremiyet hakkı” da buradan ele alınıyor. Yani kişi kendi ifşa ederse, sanki mahremiyet diye bir mesele yokmuş gibi kabul ediliyor. Dev ölçekli şirketlerin gözetlemesi, kişileri tüketici konumuna kilitliyor. Mahremi ortadan kaldıran şeffaflığın arkasındaki itici güçlerden en önemlisi ticari olan.

Neden bu kadar uyum sağlandığını anlamaya çalışırken bu metalaşmayı mutlaka dikkate almak zorundayız. Ya da “Artık insanlar mahremiyeti önemsemi-yor, mahremiyet öldü” diyen ve var olan durumu tartışmasız de facto bir durum olarak kabul eden koroya katılabiliriz. Ama olmakta olanı anlamak ve ahlaki bir tavır alış için böyle kolay yargılar pek işimize yaramaz. Yiğit düştüğü yerden kalkar derler. Bana nereye düştüğümüzü bilmezsek nereden kalkacağımızı da bilemezmişiz gibi geliyor. Günümüzde çoğu kişi için özel hayat, korunması gereken bir değer değil de, şöhret karşılığında ödenecek toplumsal bir bedel haline geldi. Toprağı bol olasıca Bauman bu durumu yorumlarken, “İfşa edilme korkusu fark edilme hazzı tarafından bastırılıyor,” diyor. Fark edilme hazzı,  izlenme ve görülmeyi bir tehdit olmaktan çıkarmakla kalmıyor, cazip kabul edilmesine de sebep oluyor.

Teknolojinin determinist etkisi tartışmalı bir konu. Ama şu bir gerçek ki, teknoloji insanın insanla, insanın tabiatla ilişkisini değiştirip dönüştürüyor. Son kırk yıldır teknoloji, ben ve öteki, ben ve yabancı arasındaki ilişkiyi dönüştürdü. Ben ve yabancı arasında çizilen çizgi, Facebook ve benzeri mecralar tarafından belirsiz hale getirildi. Dolayısıyla kamusallığın doğası da değişti. Bu sebeple kamusallığı ve öteki ile ilişkiyi, benliği, mahremiyeti yeni teknolojiler üzerinden, yeniden konuşmamız gerekiyor. Mahremiyet kitabı böyle bir konuşma ihtiyacından kaynaklanan bir çalışma.

GÖNÜLLÜ MÜNZEVİLER

Sosyal medya toplumu ‘öteki’sini nasıl belirliyor? Bu dezavantajlı grup mevcut toplumun ötekisinden hangi yönleriyle ayrılıyor?

Mesut Hazır: Siber toplumun ötekileri şeffaflık ideolojisine açık ya da örtülü olarak karşı koyanlardır. Çağdaş toplumun Ebâ Zerr’leri, görünür olmaktan kaçınanlardır ve çoğunluk tarafından sevilmez. Toplumun herkese açık küresel sır odası olan sosyal medyaya sırlarını haykırmayanlar, bir sözsüz anlaşmayla herkes tarafından dışlanır. Özellikle sosyal medyayı kullanamayan yaşlılar değilse bile kullandığı ve diğer insanları takip ettiği halde kendisi bir şey paylaş-mayanlar sinsilikle suçlanır. Sosyal medya, siber toplumun sakinlerinin oynadığı bir “dürüstlük mü, cesaret mi?” oyununu andırır. Bu oyuna katılmayanlar da oyunbozan ötekiler şeklinde kodlanır. Siber toplumda ötekilik bir düşmanlaştırmaya dayanmaktan ziyade, oyunbozanlıktan kaynaklanan bir dışlanmayı andırır. Zira herkesin sırlarının ifşa edilmesine dayalı bir şeffaflık toplumunda sosyal medya dışında kalmayı tercih etmek ve daha da önemlisi, orada bulunup paylaşım yapmamak herkesin herkese görünür olduğu bir toplumda bir çeşit görünmezlik zırhı kuşanmaktır ve bu kesinlikle istenmeyen bir durum olup top-lum tarafından ötekileştirilmeye haklı bir gerekçe olarak kullanılır. Özetleyecek olursak, siber toplumun ötekileri, sosyal medya dışında kalmayı seçen gönüllü münzevilerdir.

Yüz algı nesnesi değil anlam konusu olarak görülebilirse etik bir yol çizilebileceğinden bahsediyorsunuz. Yüzün mahremiyet bahsindeki önemi ne-dir?

Ali Osman Gündoğan: Algı nesnesi olarak düşünülen yüz, ona doğrudan duyum yoluyla bakmayı gerektirir. Burada dikkat, yüzün çizgilerine, gözlere, dudaklara, kaşlara v.s. yönelir. Başkası tarafından bu biçimde görülmüş olmak, nesneleştirilmeyi de beraberinde getirir. Nesneleştirici bir bakış; şahsiliği, somut varoluş halini ve özgürlüğü tehdit eder. Çünkü nesnenin şahsiliği, varoluşu ve özgürlüğü yoktur. Bu bakımdan bakışın nesnesi olan, tedirginlik duyar. Bu, ontolojik bir tehdit olarak da algılanır. Ayrıca nesne haline dönüş, sahip olunabilen herhangi bir şey haline dönüşür. Sahip olunan, köleleşen mahremi-yetini yitirir.

İnsan varlığının mahiyeti, onun anlamıdır. Anlam, yüzün ifadesidir. Nitekim Levinas ölümü, yüzün yok olması olarak düşünür. Bu, anlamın yok olması-dır. Anlam, değer yüklüdür. Bunun ifşası, sözdür. Söz, yüzün işlevidir. İlişkiyi kuran görülmek değil, konuşmaktır. Bunun için Levinas, “yüz, konuşur” der. Burada ben’i de var kılan, başkasının konuşmasıdır. Yani başkasının yüzüdür. Bu bakımdan başkası, değerli hale gelir ve ben, kendi varoluşunun teminatı-nı, başkasında bulur. Etik bir kişi olan başkası yoksa ben de yoktur. Durum böyle olmasına rağmen başkası, kendisine hükmedemediğim, kendisine sahip olamadığım ve başka olarak varlığını onayladığım, başka olarak varlığına devam edendir. Böylece o, mahremiyetine halel getirmediğimdir.

Mahremiyet ile haset kültürü arasında ne tür bir ilişki vardır? İfşanın yaygınlığı bireylerin psikolojisini ne yönde etkiler?

Mehmet Anık: Sosyal medya bağımlısı haline gelmiş bireylerin kendilerine ya da başkalarına ait mahrem anları ve alanları, sosyal medya aracılığıyla baş-kalarının gözetimine abartılı şekilde açması ve sanal dünyadaki gözetlenme sayısı arttığı oranda da daha çok popülerlik elde edileceğine dair duyulan inanç, mahremiyet konusunda bilindik sınırları ortadan kaldırmaktadır. Gerçek dünyasını sanal dünya ile takas etmiş bireylerin; zengin, mutlu, başarılı ya da çevre-lerinde oldukça sevilen ve beğenilen biri olduklarına dair sık sık yaptıkları paylaşımlar, bu kişilerin paylaşımlarını yakından takip edenlerde haset ve kıskanç-lığa neden olabilmektedir. Daha çok ilgi çekme ya da daha çok takipçiye ulaşma amacından dolayı genelde abartılı yönler içeren bu paylaşımların gerçek mi, gerçek ötesi mi olduğu halinin de bu noktada pek bir önemi kalmamaktadır. Sosyal medyanın neden olduğu haset ve kıskançlık, özellikle kendi hayatını olağan akışı içerisinde yaşamaktan öte, sosyal medya üzerinden başkalarının hayatını takip etmeyi ve bu şekilde farkında olarak ya da olmayarak başkalarının hayatını adeta kendi hayatının ayrılmaz bir parçası haline getirenler için daha çok geçerlidir. Bu durum, reel dünyada kendi yakın çevresindekilerin ne halde olduğunu pek merak etmeyen, sanal dünyada ise takip ettiği kişilerin paylaşımlarını ve bu paylaşımlara gösterilen ilgiyi ya da tepkiyi an be an takip eden bir birey tipini karşımıza çıkarmaktadır. Sanal dünyanın büyüsüne kapılan ve böylece en mahrem anlarını bu mecrada paylaşarak kendisi de başkalarını büyüle-meye çalışanların yaptıkları sanal paylaşımları yakından takip edenler içerisinde, baştan çıkarıldıkları oranda haset ve kıskançlık duygularına kapılanlar ola-bilmektedir. Bu durum, kanaatkârlık duygusunun terk edilerek, başkalarının mutlu hayatlarına sahip olma arzusunu ve onlar gibi popüler olma arayışını tetikler. Özel anlar ile ilgili yapılan abartılı paylaşımlar, mahremiyet ile ilgili bilindik sınırları ortadan kaldırmaktadır.

Çocuklarının görüntülerini kaydedip sosyal mecralarda paylaşan bir anneler kuşağı ile karşı karşıyayız. Çocuklarını yayınlama hakkı, ebeveynin hukuki hakları arasında mı? İnternetin çocuklarla ilgili hukuku nasıl işliyor?

Esra Gültekin: Ebeveynlerin, çocuklarını sosyal medya paylaşımlarının nesnesi haline getirme hakkı yoktur. Anne baba ile çocuk arasındaki ilişkiyi velayet düzenler. Velayet, anne babaya haklar tanımakla birlikte sorumluluklar da yükler. Ancak anne babanın vela-yet kapsamındaki haklarının sınırı da “çocuğun yüksek menfaati” ilkesidir. Sosyal medyada paylaşım nesnesi haline getirilmesi, çocuğun mahremiyet, özel hayatın gizliliği ve manevi varlığını koruma haklarını ihlal ettiği gibi bazı vakıalarda ekonomik istismarına da yol aç-maktadır. Bu durumun olumsuz sonuçları, çocuk açısından kısa ve uzun vadede kendini göstermektedir. Çocukların korunmasına iliş-kin farklı kanunlar ve düzenlemeler olmakla beraber özellikle sosyal medyadaki anne baba ihlallerine ilişkin belirli bir düzenleme yok. Dijital çağın takip edilemez hızı karşısında hukuki düzenlemeler, ihlaller gün yüzüne çıktıkça, ihtiyaca binaen gelişmektedir. Dünyada ve ülkemizde bu konuda açılmış davalar, hukuki düzenlemelerin gelişmesini sağlayacaktır.