19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Marilyn Monroe sarışın değildi

GÜZELLİĞİ VE İKON HALİNE GELİŞİ MONROE’NUN BİR ROMAN YAZARININ ALTI ÇİZİLECEK KADAR GÜZEL SÖZLER SÖYLEMİŞ BİR FİLOZOF OLMASINA HEM SEBEP OLDU HEM DE BUNU SARIŞIN İKONLUĞUNUN GÖLGESİNDE BIRAKTI.

ERDİNÇ AKKOYUNLU14 Ekim 2016 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Marilyn Monroe sarışın değildi

Bayram tatilinde Kozyatağı’nda kafe işleten en yakın dostumu ziyarete gittiğimde, yeni evli bir çift arkadaşının yaşadıkları küçük kaosu anlatıyorlardı: Önceki akşam beş yaşındaki yeğenleri bir anda oyununu bırakıp annesine “İnsanlar neden var?” diye sorunca, bayramlaşan kalabalık ailedeki hiç kimse çocuğun anlayabileceği şekilde bir yanıt verememiş ve konu hızla değiştirilmiş... “Sahi...” dedi masada oturanlardan biri, “O yaşta bir çocuk, böyle bir soru sora ne cevap verilir?..” Masadakilerden kimse anne-baba olmadığından ve beş yaşındaki bir çocuğa felsefeden veya teolojiden alacağı cevapla tatmin olması beklenmediğinden, böyle kazık bir sorunun gelmemesi duasıyla biz de konuyu hızla değiştirdik... Ama ben o an konuyu değiştirmeme kararımla ve beş yaşındaki bir çocuk merakıyla soruyorum: “Roman neden var?” Cevabım da var: Roman sanatının var olmasının ilk ve en değerli sebebi; İspanyol yazar Miguel de Cervantes. Ve 1605-15 arasında yazdığı dünya edebiyatının da ilk romanı sayılan Don Quijote eseri... Türkçedeki adıyla da Don Kişot... 

BAŞLANGIÇTAN MODERNE

Dünyadaki varlığımızın herhangi bir anlamı olduğunu düşünüyorsanız; pekala kader denen yenmez yutulmaz fakat karşı da çıkılmaz yazgıya az çok inanıyorsunuz demektir. Yaratıcıyla frekansınız belli belirsiz yahut net de olsa, hayatın insanın anlamlandırması için oldukça ince ve düşünülmüş unsurları olduğunu düşünmenize de engel yok.  Böyle bakınca “Roman neden var?” sorusunun Don Kişot cevabıyla ben de kaderi düşünüyorum:  Şövalye romanları okumaktan aklını yitirmeye ramak kalmış Alonso Quijano adlı yaşlı asilzadenin yel değirmenleriyle savaşlarıyla, Sanço Panza isimli kurnaz ve bir o kadar da korkak ama her dövüşten mağlup çıksa da maceradan caymayacak kadar inatçı yardımcısıyla hikayeleri... Don Kişot’ta hem sadeliğin ihtişamı vardı hem de merak unsuru her zaman diri tutuldu... Ardından da dünya klasikleri diye bildiğimiz roman yazıldı. Dostoyevski ekolü, Tolstoyculuk, Balzac yaklaşımı, Dickens tutumu, Sartre yeniliği, Marquez büyücülüğü, Coetzee modernliği, Yaşar Kemal lirizmi diye 400 yıldır sürüp giden bir tür oldu roman. İlk yazıldığı yıllarda sıralı anlatımın; yani olayın başlangıcı, gelişmesi ve sonucuna sadık kalan anlatı ile birbirinin benzeri binlercesi yazıldı. Günümüzde anlatmadan anlatan romanlar beğenilirken, sıralı akışla devam eden romanlar klasik özentisi ve çağ dışı kaldı. Modern roman da 50 yılda yenilendi değişti. Bugün Jhon Fowles’in yazdığı modern romanlar bile biraz eskirken, iki kez Booker ödülü kazanan Peter Carey tarzı da kendi rotasında giden edebiyat gemisinin gerilerinde kalıyor. Bugün Latin Amerikalıların Cesar Aira’sı, Alejandro Zambra’sının yazdığı hem Latin klasiklerine gönderme yapan hem de anlatmadan anlatma üslubundaki romanlar New Yorker dergisinin edebiyat radarına girecek kadar modern olabiliyor.

Fakat hayat bana gösterdi ki, söz konusu edebiyat da olsa köklerine bağlı kalan ve değişimi de yadsıyamayan metinler her zaman değerini korur. Aslında bir romanın değerini de, toplumun yaşadığı acılar oluşturur. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri 60 yıldır yıkım ve acıları Londra, Berlin, Paris gibi şehirlerinde görmeyen Avrupa, insanın iç dünyasına yönelen romanlar yazmaya başladı... Ve öz hikayelerini ıskaladı. Dış müdahaleler ve iç karışıklıklarla darbeler, siyasi istikrarsızlıklar ve başka belalarla uğraşan Latin Amerika’da ise yazarlar her zaman beslenebilecekleri alanlar buldu. Nobel Edebiyat Ödülü’nü veren komite de böyle düşünmüş olacak ki, hem Avrupa edebiyatının henüz niteliğiyle başa çıkamadığı yeni dönem Latinlerden kimseye Nobel vermedi hem de öz hikayelerini Avrupa klasik yazı formuyla buluşturan yazarları takdir sürecine girdi. Çin masallarını Avrupa roman üslubuyla yazan, romanlarının birazı Çin anlatı izleği birazı Avrupa türü bölüm geçişlerinden oluşan Mo Yan’a 2012’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü verdi. Sonraki yıl kendini ödüllendirip Avrupa edebiyatında öyküyü şekillendiren klasik tarzın kraliçesi Alice Munro’ya verdi aynı ödülü...

BU KADINI DİNLEYİN

Her ne olursa olsun, son 400 yılda yazılmış tüm büyük ve iyi romanlar, Don Kişot’un içinden çıktı. Onun sadeliğin ihtişamı ve Tanrı yazar olmadan olayları anlatabilme gücünü kullandı. Bunu bir edebiyat boşboğazı olarak ben iddia etmiyorum; edebiyat üzerine fikir birliğine varılan tüm düşünürler aynı şeyi söylüyor. O meşhur söz, Palto adlı hikayesine gönderme yaparak, “Hepimiz Gogol’ün  paltosundan çıktık” olarak söylenir. Aslında tüm romanlar Don Kişot’un miğferinden çıkmadır. Ama bu gerçek edebiyat hakkında düşünenlerden başkasının ilgi alanına girmez. Çünkü Türkiye’de edebiyat edebiyat olduğu için okunmaz. Son dönemde güzel sözleri güzel bir hikayede bir araya getiren mühendislik eserlerine roman deniyor ve onların altı çizili bölümleri bol bol sosyal medya paylaşımı oluyor. Her yazardan hayatla ilgili, aşkla ilgili, yalnızlıkla ilgili önemli sözler söylemesini bekleyen bir okur kitlesi var. Gün geçtikçe de genişliyorlar. Onları görünce “Don Kişot’u hiç okumamışlar” diyorum. Bir de şunu düşünüyorum; madem ki anlamlı bir sözü, ilgi çekici şekilde sosyal medyada paylaşmak için roman okuyanlar var ve bunu yaparken Kürk Mantolu Madonna da okunuyor Tristram Shandy de. Yelpaze bu kadar genişse eğer, bir de Marilyn Monroe’yu deneyin...

ROMANDAN DERİN DEĞİL

Eğer dünyanın en güzel kadınlarından biri olmasaydı... Eğer ABD Başkanı J.F. Kennedy’den, oyun yazarı Arthur Miller’e kadar bir düzine ünlü, kaprisli ve yaptığı işle onu ezen erkek hayatına üşüşmeseydi... Marilyn Monroe da ona daha ün katacak aşklar yerine gerçek sevginin peşine düşmüş olsaydı...  Henüz 36 yaşındayken Los Angales Ağustos sıcağıyla nefes alınmaz bir cehenneme dönmüşken, yatak odasında intihar etmezdi.  Gerçi o yaşta öldüğü ve yaşlılık halini hatırlamadığımız için Marilyn Monroe sarışın kadınların ikonu oldu. O güzelliği ve ikon haline gelişi de, Monroe’nun bir roman yazarının altı çizilecek kadar güzel sözler söylemiş bir filozof olmasına hem sebep oldu hem de bunu sarışın ikonluğunun gölgesinde bıraktı. “Benim kötü halimle baş edemezsen, iyi halimle olmayı hak edemezsin” diyen de “Ve bazen iyi şeyler biter ki daha iyileri de başlayabilsin” diyen de Marliyn Monore. Ben en çok bu kadın ikonun erkekler üzerine sözlerini beğeniyorum. “Huzurlu bir kadın, karakterli bir erkeğin soylu eseridir” ile “Tanrı, çok sayıda erkek az sayıda adam yaratmış” sözleri çok yaşamış ve yaşadığının farkına varıp çok düşünmüş bir kadının, kısa ve etkili sözleri. Felsefi derinliği de var, ayrıca Marilyn Monroe’nun birbirinden eşsiz fotoğraflarıyla da sosyal medya için çok uyumlu. Ama kadın erkek ilişkisine dair bu sözler Anne Karenina, Madam Bovary ve Aşk-ı Memnu romanları kadar derin değil. Güzel fakat muazzam değil. İşte roman bize muazzam bir hayatın var olmadığını söylerken, ikinci bir sesle “İşte buraya bakacaksın, muhteşem hayat orada” diye fısıldayan metinlerdir. Ve bu iki konuşma hali kafasının içinde şövalye, gerçekte ise yaşlı ve aciz bir adam olan Alonso Quijano yani Don Kişot’un hikayesinden başkası değil... Zaten Marilyn Monroe da sarışın değil... Galiba en güzel sözü de “Köpekler beni hiç ısırmadı, ama insanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim” oldu. Eğer bir gün beş yaşındaki bir çocuk bana “İnsanlar neden var?” diye sorarsa ona “Birbirlerini sevmeleri için var” diyeceğim. Sonra da içimden “Ama daha çok üzmek için. Bunu da büyüyence anlarsın...” diye fısıldayacağım...