20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Medeniyet bedeniyete evriliyor

Ten Medeniyeti’nin yazarı Sertaç Timur Demir, kusursuz beden efsanesini ululayan modern kültürün karşısındaki, varlığın kemalâtı için beden-merkezli yaşamdan vazgeçmeyi vazeden medeniyet anlatısına dikkat çekiyor: “An’ı yaşa” dendiğinde; ilki hazcı aceleciliği, ikincisi ise doğruculuğu gündeme getirir. İlki mutlu yaşamı, ikincisi iyi yaşamı önceler.

HALE KAPLAN ÖZ10 Mart 2018 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Medeniyet bedeniyete evriliyor
Sertaç Timur Demir 1982 Erzurum doğumlu. Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi. Modernite, kültür, beden, sinema ve medya üzerine disiplinlerarası çalışmaları mevcut. Röportaja konu olan 80 sayfalık Ten Medeniyeti isimli kitabı yaklaşık üç yıllık emeğin mahsulü. Aklında “Medeniyetin Teni”ni yazma fikri de var.
 
l “Ademiyet ve medeniyet” kitabın ana meselesi. Sizi bu konuda yazmaya sevk eden saikler neler? 
 
Aklım erdiğinden beri, ne olduğumla ne olmam gerektiği arasındaki uçurumun kışkırttığı sorularla hep bir hesaplaşma halindeyimdir. Aslında buna, bir tür zindanda olduğunu bilme ıstırabı da denebilir. Zindandan kurtulma arzusu elbette bu ıstırapla iç içe. Gelgelelim ben’i ve biz’i idrak etme mücadelesi eninde sonunda bedene, bedenlerimize dayanıyor. Ademiyet için de medeniyet için de beden, hem özgürleşme hem de esaret aracı. Beden, tabiri caizse, ölmeden önceki cennetimiz ve cehennemimiz. Bizlerse arafta kalanlarız ve kitap esasında araftakilere sesleniyor. Hiç şüphesiz bir metnin, çekici görsellikler üzerine inşa edilmiş bol ödüllü bir oyunu bozması güçtür. Fakat bunu denemek... İşte kitap bunu deniyor, buradan hareket ediyor. 
 
l “Bedenileşen toplum” ifadesinden ne anlamalıyız? Modern kültür bedeni medenileşme ile nasıl ilişkilendirir? 
 
Tenin tine dair erdemleri üstlendiği bu çağda, medeniyetin bedeniyete evrildiği ima ediliyor bu ifadeyle. Yani muhtevanın yitimi. Metafiziğin tensel göndermelere sıkışması. Yaşamın yüzeylerden, sunumlardan ibaretleşmesi. “İnce olmak” dendiğinde nezaketten ziyade; fit olmanın akla gelmesi mesela. Zamanın ve bütçenin bedenin sentetik ihtiyaçlarına göre yapılandırılması. Kendiyle yüzleşmek dendiğinde aynaya bakılması. Dahası toplumdaki herkesin bir diğeri için aynaya dönüşmesi. Sokağın vitrinleşmesi yani. Bu ayna-vitrinde tenin detaylarındaki sonu gelmez kusurları yakalamak ve bunları gidermeyi bir ademiyet şartı, bir medeniyet gereği olarak telakki etmek. Yaşamak için sağlıklı olmak değil; sağlıklı olmak için yaşamak ve böylece ölümün ürkütücü gölgesinden kaçmak. Ölümü gündelik yaşamın, lügatin ve mekânın dışına itmek. Tüm bunlar “ten medeniyeti”nin geçici mukimleri olarak bizlerin trajik hikâyesidir.
 
l Kadim medeniyetler beden için ne söyler peki? Bu ikisi nasıl zıtlıklar barındırır?
 
Bugün hep bir ağızdan kusursuz beden efsanesini ululayan modern kültürün karşısında; varlığın kemalâtı için beden-merkezli yaşamdan vazgeçmeyi vazeden bir medeniyet anlatısı vardır. Bunlardan ilki “beden için yaşama”yı önerirken; ikincisi “beden içinde ama bedene rağmen ve bedene karşı yaşama”yı salık verir. İlki mutlu yaşamı, ikincisi iyi yaşamı önceler. “An’ı yaşa” dendiğinde; ilki hazcı aceleciliği, ikincisi ise doğruculuğu gündeme getirir. İlkinde “özel mülkiyet” gibi kurgulanan beden bireye dönükken; gelenekte ise “emanet” olarak kamusallık içindedir. Modern kültür ölümle arasına devamlı zihinsel mesafeler örerken; kadim medeniyet ölümün kaçınılmazlığını endişeyle değil; hikmetle ele alır. Hususen tasavvufa gönderme yapan bu hikmet arayışına göre beden, faniliğin ve aldanmanın sembolüdür. Ayrıca modern kültürde “uyum”u ifade eden beden, gelenek nazarında ise insan olma merhalelerinde aşılması müşkül ve elzem bir basamak olarak görülür. Ama insan-ı kâmil olma yolculuğunda dünyevilik ve uhrevilik temayüllerinin çarpıştığı kaygan ve yorucu bir basamak.
 
l “Mahremiyetin çözülüşü teşhirci toplumun zaferi değil; yitimidir; çünkü gizlenecek bir şey kalmadığında gösterilecek de bir şey kalmamış demektir”, demişsiniz kitabınızda. Beden endüstrisi bu krizi aşabilir mi?
 
Yalnızca endüstri değil; beden ve daha mühimi insan da krizde. “İnsan kimdir” sorusunu yeniden sormayı haklılaştıran bir belirsizlik içindeki çağdaş kültür devasa bir akıntıya kapılmış gibi. Hızı belli ama ya yönü? Tarihin bu evresine kadar gözlemlediğimiz şey şudur: Her özgürleşme girişimi, umut verici vaatlerinin aksine, verdiklerinden fazlasını almıştır. Yani kentli, korunaklı, iyi beslenen, alımlı ve modifiye bedenlere sahip olmak, anlık keyifler dışında, pazarlanan mutlak özgürlüğü de sahici mutluluğu da temin edememiştir. Çıkmaz sokağın da sonu. Artık insan için geri dönmekten, yitirdiğini kaybettiği yerde aramaktan başka bir çare yok gibi. İntiharlar, anti-depresanlar, otantik kaçış güzergâhları ya da organik gıdalar modern bireyi ferahlatmaya yetmedi, yetmiyor. 
 
Beden endüstrisine gelince, o yarattığı krizleri dahi kâra dönüştürecek stratejik refleksler geliştirmiştir. Kendi karşıtını bile kendi içinde büyüten, besleyen ve öğüten bir işleyiş. Hesap-dışı olansa, her an devam ettirilen “bedensel yenilenme” teşebbüslerinin bugün belirgin bir kısır-döngüye girdiği. Modanın geri sarması, robotların ve otonom sistemlerin gündeme gelmesi biraz da bundan. Burada asıl soru ve sorun, insana ne olacağıdır. Bana göre, çok bedenler içinde yok olmuş insan, her an el altında ve kolayca ulaşılabilir oluşundan dolayı kaybettiği değerini yeniden kazanmak zorundadır. Mahrumiyetten kurtulmak için mahremiyetin yeniden inşası bu yüzden değerlidir. 
 
l Bedenin bunca yüceltilmesi, güzellik ve sağlık sektörünün kullandığı dili, mesajını nasıl etkiledi? 
 
Güzel ve sağlıklı olma isteği fıtrî ve makul. Fakat bunların yaşam ereği kılındığı bir ten medeniyeti bizimkisi. Burada kültür sokaklardan çok ekranlardan yayılıyor. Sosyal medyada kilo verenlerin hikâyeleri, televizyon programlarındaki sağlık kürlerine karışıyor. Birinin hikâyesi, izleyicilerin hem umudu hem de korkusu oluyor. Ayrıca dijitalleşen yaşam, bedeni de yüksek çözünürlüklü ve anlık paylaşılabilen bir görüntüye çeviriyor. Güzelliğin ve sağlığın formüllerini veren ekran uzmanları, tam da bir zamanların maneviyatçı bilgeleri gibi, insanlara mutlu yaşamın sırlarını ifşa ediyor. Tüketim ve moda kültürü içinde sürekli yenilenen bu sırların tek bir ortak noktası var: Her geçen dakika kendi ölümüne doğru yürüyen bireyi, ölüme dair yıldırıcı düşüncenin ve tecrübenin inatçı kollarından kurtarmak. Böyle olunca, sektörün bedene dair kullandığı dilin ve mesajın “ölesiye yaşama tutkusu”yla dolu olmasına şaşmalı mı? 
 
l Gelelim bedenin çıkmaz sokağına... Kutsanan ‘şimdi’ ölümü unutturabilmiş mi? 
 
Ölüm, ansızın gelebilir oluşuyla aşırılıkları terbiye edicidir. “Ten medeniyeti”nde ölümden bu denli tiksinilmesi de, onun tüm planları tersyüz edebilecek oluşuyla ilgilidir. Ne var ki, ölümün izlerinden her kaçma girişimi, kişiyi yine ölümü düşünmeye vardırır. Bu nedenle, modern kültür ölümü unutturmaktan ziyade, onun meçhul griliğini yaşamın canlı renkleriyle bastırmayı yeğler. Önceliği belirsiz ölme sırasının ne zaman kendisine geleceğini sorgulamayan kişi daima bu renkli dünyalar arasında salınır ve ölümü hep diğerlerinin ölümü olarak duyumsar. Evet, modern şimdici kültürde bir şey tümüyle başka bir şeyin yerini almaz. Aksine en karşıt uçlar bile birbirine üstüne biner.
Günümüz ten medeniyetinde yaşanan kolektif bunalımın özünde işte bu tuhaf çok-katmanlılık gerilimi vardır. 
 
l Kimyasal baskılarla ruha da temas ediyor modern kültür. Anti-depresan beden üzerinden kontrol edilen bir mutluluk arayışının sonucu. Mutluluk aslında bedenle yapılan ritüellerin (spor, diyetler vb) de temel hedefi. Zaten sıkıntı mutluluğun hedeflenmesi değil mi? Neyi hedeflemeli insan?
 
Mutlu olmak arzusu, mutlu olma araçlarının meşruiyetini sorgulamaz. Oysa gelenek, usulü vusulleştirir; sonucun geçerliliğini niyetlerle birlikte araçlara bağlar. Beden ise ölüm karşısında eskimeye, yıpranmaya, aşınmaya ve sonunda da yok olmaya mecburdur. Böylesine kırılgan bir şeyi her an kusursuzlaştırmaya çalışmak patolojilerin başı. Çünkü bu çabanın kesin bir başarısı veya bitiş çizgisi yok. Bunun için insan zevale uğramayan bir sonsuzluk özlemi içinde hiç bitmeyecek olana bağlanmalı, onu imar ve ihya etmeye çalışmalıdır. Trendlerin gölgesinde bedene sahip çıkma fikrinin körleştirici ve köleleştirici tarafını öğrenmelidir. Ama öğrenmek ve bilmek yetmeyecektir. Önce “yapmak”, sonra “olmak”; olmak içinse ölmek gerekecektir. Yani ölmeden önce ölmek!