23 Nisan 2024 Salı / 15 Sevval 1445

Okuyucuya iş çıkaran kitap

Bir çırpıda okunan; ama okumakla okuyucunun işinin bitmediği aksine okuyucuya iş çıkaran bir öykü kitabı Gecenin Gecesi. Merakını diri tutmayı seven okuyucu için…

MAZLUM VESEK4 Kasım 2017 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Okuyucuya iş çıkaran kitap
Hasan Ali Toptaş, bana göre yazdıklarıyla okuyucuya “iş bırakan” bir yazardır. Onun yazdıklarında bir sihirli mermi, uyuşturma ve uyutma (ya da rahatlatma) amacı yoktur. Anlatır; ama anlattığı ortama ve kişilere okuyucunun bir daha uğramasını ister. Kitap bitince ya da okuyucu kitabı kapatınca olay bitmemelidir. Öyle bir yazı tarzı vardır ki, onun simgelerine, kurgusuna, satır aralarındaki notlarına bir daha dönüp bakmanızı ister. Son 30 yıldır gördüğü yoğun ilgiye baktığımızda bunu başardığını da söyleyebiliriz. Okuyucular, onunla metne ortak olurlar ve üzerlerine kalan işten gocunmazlar. Anlatılanın peşine bir daha düşerler. 
 
Daha önceki öykü ve romanlarında gerçek üstü kurmaca tarzı ile okuyucuda güçlü etkiler bırakan yazar, bugünlerde yeni bir öykü kitabı ile okuyucu karşısına çıktı. Everest Yayınları’ndan çıkan Gecenin Gecesi birbirinden güçlü beş öyküyle kendini konuşturacağa benziyor. Everest Yayınları’ndan çıkan kitaplarının kapakları Nuri Bilge Ceylan’ın objektifinden fotoğraflarla raflardaki yerini almıştı; Gecenin Gecesi  kitabı da Ümit Ünal’ın kapak ve desenleri ile ayrı bir değer kazanıyor. 
 
Kitaptaki ilk öykü “Yatak”, bir kavramı akış içerisinde farklı şekillerde ele alan bir öykü. Anlatıcı, derdine insanlar dahil eder. Dahil olanların bir kısmını sevmediğini hissettiriyor bize. Ancak, “Yatak”a dahil ettiği herkesi ait oldukları ile ele aldığı kesin. Örneğin bazı adamlardan söz eder: 
 
“Sonra birdenbire omuzlarında sazlar, dürülüp bükülmüş hasırlar, boncuklu ipler ve daha adlarını bilmediğim uzun yapraklı birtakım bitkiler olurdu bu adamların. Sonra işte adamlar omuzlarındaki bu yüklerle birlikte bana doğru yürümeye, yürüdükçe de şakalarının dozunu iyiden iyiye artırıp eğile büküle gülmeye başlarlardı. Gülüyoruz diye omuzlarında sarsılıp duran o uzun yapraklı bitkileri ısırdıkları, birazını koparıp ağızlarına aldıkları ve hiç farkına varmadan çiğnedikleri bile olurdu kimi zaman..”(s.14)
 
GÜLÜŞLERİNİ DE ALIP GİDERLER
 
Gizem unsuru aynı paragrafta kendini gösterir: “Sonra işte ben yattığım yerde böyle kuşkulanırken, bu adamlar gülüşlerini de alıp aniden nereye giderlerdi doğrusu hiç bilemiyorum.” 
 
“Nihat” adlı öyküde başlangıcı olan; ama sonlu diyemeyeceğimiz bir insan hikayesi var. Anlatıcı kimi yerde dinleyici kimi yerde izleyendir. Nihat, annesi ile birlikte yaşayan Nihat’ın sokağa çıkıp hayata karışması anlatıcının aktardığına göre benzersizdir. Gıdasını babasızlıktan alan bir çocuktur ve çabuk büyür: 
 
“Göz açıp kapayıncaya dek, ütülü pantolonlar giyip okula mokula da gitmeye başlamış hatta. Sonra, evin işlerini çekip çevirmeye, her konuda annesine yardımcı olmaya ve bir beyefendi gibi onun koluna girip çarşı pazar gezmeye de başlamış.” (s.32-33)
 
Nihat’ın güç ve muktedirlerle karşılaşması yine simgesel bir şekilde anlatılır. Her durumun bir işareti vardır ama; bunun işaret olduğunu da kavramak gerekir. Nihat’ın engellerle (anlatıcı camlar diyor) ilişkisi şok edici bir andan sonra başlar. Karakollardan akıl hastanesine uzanan bir insan hikayesi. Anlatıcının izleyici olduğu an ise Nihat’ın derdinin sürdüğü bir zamandır: 
 
“İşte böyle, her gün bir başka sokakta sürermiş bu koşuşturma. Dediklerine göre bugün de buradan geçeceklermiş. Bak işte geçtiler, bak işte, gördün mü?” (s.37) 
 
“Fotoğraf” adlı öyküde ise belgesel çekmek için bir kasabaya gelen ekibin, mekan ve insan ile ilişkisi üzerinden bir anlatı geliştiriliyor. “Rahmetli Fuat Yücesoy’un fotoğrafını arıyorlarmış, ellerinde kamera, peş peşe çıkıp geldiler kahvenin önüne. Ben o sırada akasyanın gölgesindeki muşamba kaplı masalardan birine oturmuş, çay içiyordum.” (s.41)
 
Anlatıcı kasabadadır. Kasabanın ve onun belgeselcilerle karşılaşması önemli bir dipnot değildir. Asıl karşılaşma dışarıdan gelenler kasaba arasında yaşanacaktır. Öyküde mekanı insanla ve insanın uğraşları ile tanıyoruz diyebiliriz. Yücesoy’un oğlu ile yaşanan karşılaşma bunu içerir. Bir zamanlar terimlerle ve sanatla uğraşan oğul Yücesoy bahçesinde bizzat kendi mezarını kazmış beklemektedir. Ölümüne tarih bile koymaktadır. Tabii ölemeyince ölmüyor insan, o başka. 
 
“İşte bu hesaba göre benim geçen yıl 19 Kasım’da ölmem gerekiyordu ama maalesef ölemedim Ziya. İnsan ölemeyince ölemiyor evlâdım… Dolayısıyla, taşın üstündeki o tarih değişecek şimdi. Bu defa da dedemi esas alarak hesapladım, bilim, babanızın öldüğü tarihte ölemediyseniz, dedenizi esas alın der çünkü.” (s.48)
 
ŞEYTAN UÇURTMASI
 
Bu arada ölüm tarihini bildiren başka kasabalılar da vardır. Taşçı Veli öldüğü için mezar taşlarını yapmak ona kalmıştır. Mezar taşındaki ölüm tarihini iptal edenlere ise kızmaktadır! Babasının fotoğrafına gelince, kasabanın ilk fotoğrafçısı olan babasının tek fotoğrafı yoktur. Bir varmış bir yokmuş hesabı. Bütün bunlar ellerinde kamera ile gelenlerin kasaba karşılaşmasıdır. 
 
Kitaptaki “Şeytan Uçurtması” simgelerin en yoğun olduğu öyküdür diyebiliriz. Topal Kaz, kirli hayalet bunlardan ikisi. Özlem, yalnızlık, sığınma isteği gibi insana özgü haller simgelerle aktarılmış: 
 
“Varsa, ona bakıp bakıp içini çekiyordu hiç kuşkusuz, her çekişinde de hiç kuşkusuz, ellerindeki kına biraz daha soluyordu.  Sonra, çaresizlikten, avluya çıkıp topal kazın peşinden koşuyordu belki babamı yakalamaya çalışırcasına.” (s.79)
 
Yazının en başında belirttiğim hususu tekrar etmemde fayda var. Bir çırpıda okunan; ama okumakla okuyucunun işinin bitmediği aksine okuyucuya iş çıkaran bir öykü kitabı var elimizde. Merakın peşinden gitmek isteyen okuyucu için ilginç ve özel bir öykü kitabı.