19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

‘Ölünceye kadar şiire devam etse idi Nef’î’yi geçerdi’

Rıza Nur’un, Hayatı, Divanı, Eserleri- Namık Kemal unvanıyla 80 sene sonra Latin harflerine aktarılan eseri, kimi subjektif ve zorlama tespit, müdafaa ve beyanlara rağmen bigâne kalınamayacak değerdedir.

İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ12 Mayıs 2017 Cuma 07:00 - Güncelleme:
‘Ölünceye kadar şiire devam etse idi Nef’î’yi geçerdi’

Dr. Rıza Nur, tarihimizin en ilginç ve ismi unutulmayacak nadir simalarından birisidir. Meşrutiyet ve Cumhuriyet tarihi yazılırken ondan bahsetmemek, onu yok farz etmek pek mümkün olmasa gerek. Rıza Nur’a hakaretler savurmak, onu nisyan denizinde boğmaya çalışmak ilmî ve dürüst bir tavır değildir. Ona bigâne kalmamak, yazdıklarının elekten geçirilmemesi, hatta ağır bir tenkide ve cerhe tabi tutulmaması demek değildir elbette; ancak onun yazdıklarının velev yarısı yanlış olsa bile, diğer yarısı doğru veya doğruya daha yakın gibi gözükmektedir. Kabul etmek lazımdır ki, Rıza Nur, çok yönlü, deha derecesinde zekâya sahip entelektüel bir Anadolu Türk’üdür. Siyasete hastalık derecesinde bir alaka duymasa, gayretini mesleğine ve ilmî meselelere hasretseydi bugün çok daha geniş bir çevrenin takdirine değilse bile alakasına mazhar olabilirdi.

Rıza Nur, Cumhuriyet devrine dair en ses getirici, çarpıcı, sarsıcı hatıratına imza atmış birisi olarak artık günahıyla sevabıyla tarihimizin de bir parçası ve kaynak kişisidir. Belli bir müddet sonra akademik çalışmalarda da ciddî bir atfa muhatap ve mazhar olacak gibi görünmektedir.

Bu satırların yazarı Rıza Nur ile aynı inanç ve düşünceye sahip olmamakla birlikte onun çalışmalarını önemsemektedir. Mehmet Soğukömeroğulları’nın ciddî ve titiz çabasının neticesi olarak Hayatı, Divanı, Eserleri- Namık Kemal unvanıyla Latin harflerine aktarılan bu eser, Doğu Kütüphanesi’nin takdire şayan bir hizmeti addedilmelidir. Eski harfli Türkçe ile 1936’da Mısır’da yayınlanan bu eser, kimi subjektif ve zorlama tespit, müdafaa ve beyanlara rağmen bigâne kalınamayacak ve bugüne kadar Latin harflerine aktarılması ihmal edilmiş bir eserdir. Namık Kemal hakkındaki ciddî eserlerin mühim bir kısmının henüz yayınlanmadığı bir tarihte basıldığı için de ziyadesiyle kıymetlidir. Böyle bir eserin 80 sene sonra Latin harflerine aktarılması ülkemiz için hayra alamet değildir.

Bir nüsha-i kübra-yı irfan

Rıza Nur gibi ilginç bir şahsiyetin Namık Kemal gibi “bir nüsha-i kübra-yı irfan” olarak tavsif, “ölünceye kadar şiire devam etse idi Nef’î’yi geçerdi; fakat şiirle meşgul olsa idi milletine bu kadar hizmet edemezdi” şeklinde telakki edilen bir şahsiyeti nasıl ele aldığı her tarih ve edebiyat araştırmacısının merak etmesi gerekir zannındayız. Rıza Nur, bu eserinde hem Namık Kemal’i hem de Türk Edebiyatını, şiirini hayli ilginç şekilde ele almaktadır. Namık Kemal’in hayatının, Divanının, Divanına girmemiş şiirlerinin, bazı eserlerinin, kendisi hakkında yazılanlarla ona yönelik haksız, mesnedsiz tenkid, çirkin itham ve iftiralara Rıza Nur’un verdiği cevapların yer aldığı bu hacimli eser, bazı şahsî ve indî mütalaalara rağmen kaynak bir eser vasfındadır.

Rıza Nur, Namık Kemal gibi mühim bir tarihî şahsiyete ciddî bir mesai harcamasının sebebini çok net bir şekilde ifade etmektedir: “Milletler büyüklerine hürmet etmesini bilmelidir. Bu hürmettir ki o millete yeniden birtakım büyük adamlar yetiştirir. Bu hürmetin en iyi şekli kitaptır. Bir büyük adamın hayatını güzel ve olduğu gibi tasvir eden bir kitap o büyük adamı milletin gençlerine örnek yapar. Gençler onu taklide çalışırlar; bu da onların arasından büyük adam yetiştirir. Bundan da yine millet kâr eder”.

Ne ucube ne faciadır ki…

Rıza Nur laik, seküler ve modernliğe inanan biri olmasına rağmen geleneğe ve klasik şiire yönelik hücumlardan rahatsız olmaktadır:

“Son zamanlarda klasik Türk şiiri, bu paha biçilmez hazine Türkiye’de bazıları tarafından türlü tahkirler görmektedir. Onu yabancı, köhne, çürümüş, kokmuş, Şark mahsulü gibi yumruklar ve tekmelerle yere yıkıyor; ayakaltında çiğniyorlar. Tuhaf ki Şark mahsulünü ve tabirini pislik ve küfür zanneden, bu küfrü savuranlar bizzat kendileri de Şarklıdır. Ne ucube ve faciadır ki yedi asırlık bir millî ömür ve çalışmanın mahsulünü imhayı kastetmişlerdir. Pislik ve terakki engeli dedikleri bu şiir, onları saklayan kütüphaneler yazma ve basma muhteviyatını Bayezid Meydanı’na yığıp yakmak, bu ateşin etrafına geçip eşi görülmemiş bir acîb ateş taparlar gibi dans etmek isteyenler, bunun için şeytanî yaygaralar koparanlar oldu. Bu kadar asırlık bir millî deha mahsulünün böyle muameleye layık görüldüğü hangi millette görülmüştür?!... Bunun en hafif tabiri Vandallık, nankörlük, duygusuzluk, akılsızlıktır… Yabancı tesiri görmeyen şiirler yoksul, kısır, değersiz kalmıştır. Bu tesiri görenler ise yükselmiştir. Hem bu tesir ne kadar kesif, ne kadar nev‘ili olmuş ise yükselmede o kadar çok olmuştur. Mesela Fransız şiiri İngiliz, Alman, İtalyan, eski Yunan ve Latin tesirlerini, hem de bol bol görmüştür. Bu tesirler ona kusur ve haysiyetsizlik değil, bilakis mükemmelleşme sebebi, şeref amili olmuştur. Şunu da bilmeli ki Türk klasiği Arap ve Acem tekniği, mana ve ruhu ile başladığı hâlde öyle ve taklit hâlinde kalmayıp Türk ruhunda ta‘dîl prose [düz yazı] süslerine uğramış, türlü temsil fiiline uymuştur. Can alacak nokta da zaten bu temsildedir”.