18 Nisan 2024 Perşembe / 10 Sevval 1445

Popüler kültürün göğü altında

Sürdüğümüz hayatla kutladığımız şey, 1940’ların ikinci yarısından sonra Amerikan popüler kültürünün bugüne ulaşan son sürümü. Soğuk Savaş boyunca yenilenmiş, SSCB dağıldıktan sonra postmodern popüler kültür haline gelmiş, 11 Eylül sonrasında ise bir daha yenilenmiş. Leo Löwenthal’in Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum kitabı, bu sürecin tarihsel gelişimini de tartışıyor ama aslında tam da başlangıcında duruyor.

CELÂL FEDAİ4 Kasım 2017 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Popüler kültürün göğü altında
1978’de Harvard Üniversitesinin açılış töreninde A. Soljenitsin’i konuşmacı olarak davet edenler eminim ki ondan böyle bir konuşma yapmasını beklemiyorlardı… O Soljenistsin ki, II. Paylaşım Savaşı’nda gösterdiği cesaretten ötürü madalya aldıktan sonra, bir arkadaşına yazdığı mektupta Stalin’i eleştirdiği için 1945’ten 1953’e kadar çalışma kampında kalmış, 1956’ya kadar da Sibirya’da sürgünde yaşamıştı. 1956’da Stalin’in ölümünün ardından Komünist Partisi’nin başına geçen N. Kuruşçev; Marksist, Leninist öğretinin hilafına kendini “birey kültü” haline getirip pek çok zulme imza atan Stalin’in gadrine uğrayanlara iade-i itibar yaptı. Soljenitsin de bunlardan biriydi. Stalin’in “gulag”larındaki sefaleti anlattığı romanlarından sonra Soljenitsin, 1970’te Nobel’i aldı. Fakat ülkesinde sürekli eleştirildi hatta hain ilan edildi. Hal böyle olunca onun Harvard’ın entelektüel dünyasında Batı kültürünü övmesi beklenirdi. Öyle olmadı… Soljenitsin, II. Paylaşım Savaşı sonrasında Amerikan’ın tüm dünyaya pazarladığı Amerikan popüler kültürünün çürümüşlüğünü gözler önüne serdi. 
 
Esasen Leo Löwenthal’in meşhur eseri Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum kitabında 1940-60’lı yıllar boyunca tartışmaya açtığı meselelerin vardığı yeri eleştiriyordu Soljenitsin. Batılı insanların daha iyi bir hayata varmak için yaşadıkları hayat, yüzlerine kalıcı bir endişe, depresyon olarak yansıyordu. Bu yüzden onca eleştirildiği, hatta hain ilan edildiği ülkesine bu yaşantıyı bir model olarak salık veremezdi. Hayatın karmaşık ve öldürücü darbeler vurduğu insanlardan derin, ilgi çekici, güçlü kişilikler doğarken Batılı toplumlardan standartlaşmış tipler çıkıyordu. Şöyle diyordu: “Kuşkusuz bir toplum, hep, şu anda bizim ülkemizde olduğu gibi kanunsuzluk cehenneminde kalamaz. Ama sizinki gibi ruhsuz ve düz bir legalizm durumunda kalmak da çok küçültücüdür. Onlarca yıl şiddet ve baskı yüzünden acı çektikten sonra insan ruhu, her yeri kaplayarak insanı isyan ettiren bu eğlence hattından, televizyon karşısında uyuyup sersemlemekten, tahammül etmesi güç bir müzikten oluşan bugünkü seri yaşam alışkanlıklarından daha yüce, daha saf şeyler ister.” Soljenistsin, Batı’daki sanatsal düşüşü ve büyük devlet adamlarının çıkmayışını da bu duruma bağlıyordu. Fevkalade sorusu ise şuydu: “Şer güçleri, kesin saldırıya geçmiştir bile; onların baskısını hissedebiliyorsunuz ama yine de televizyon ekranlarınız, gazete ve dergileriniz, önceden reçete edilmiş gülümsemeler ve havaya kaldırılmış kadehlerden geçilmiyor. Neyi kutluyorsunuz?”
 
BİZ DE KUTLUYORUZ
 
Bugün biz de Türkiye’de aynı kutlamayı yapıyoruz. Sürdüğümüz hayatla kutladığımız şey, 1940’ların ikinci yarısından sonra Amerikan popüler kültürünün bugüne ulaşan son sürümü. Soğuk Savaş boyunca yenilenmiş, SSCB dağıldıktan sonra postmodern popüler kültür haline gelmiş, 11 Eylül sonrasında ise bir daha yenilenmiş. Leo Löwenthal’in andığım kitabı, bu sürecin tarihsel gelişimini de tartışıyor ama aslında tam da başlangıcında duruyor. Zira II. Paylaşım Savaşı sonrası ABD, tüm dünyaya yayılabilecek bir kültürel hegemonyanın peşinde. Hitler’in 1933’te iktidara gelişinden sonra Frankfurt Okulu’nun pek çok üyesi gibi ABD’ye taşınan Löwenthal’in kitle kültürüne ilgisi, bu tarihten önceye dayansa da ABD’deki yıllarının çalışmaları, kendi alanında, öyle sanıyorum ki yeni yurdunun entelektüel hayatına epeyce katkı sağlamıştır. Nitekim kitabın en çok müktesebat isteyen “Sanat ve Popüler Kültür Tartışması: Bir Özet” başlıklı bölümünün hikâyesi şöyle: “(…) varlığını, yıllarca televizyon programcılığı ve politikası üzerine araştırmaları destekleme olasılığını değerlendirmiş olan Ford Vakfı’nın bunun için oluşturduğu komiteye borçlu. Bana verilen özgül görev, büyük oranda Amerikan kültürel kamu politikasının liderlerinden oluşan bu komiteye, kitle iletişim araçlarının genel kültürel ve tarihsel çerçevesi üzerine bir çalışma sunmaktı.” Löwenthal, “Amerikan kültürel kamu politikası”nı belirleyen komiteye, popüler kültür ve sanatın, Montaigne ve Pascal’dan Goethe, Schiller, Lessing, Matthew Arnold, Tocqueville ve Taine’e uzanan gelişim sürecini fevkalade yorumluyor. Komitenin meselenin tarihsel seyrinden sonra kendilerine ulaşan özel anından sonrasını nasıl planladıklarını maruz kaldığımız için çok iyi biliyoruz. Soljenitsin’in anlattıklarından fazlası var Türkiye’de yaşayan bizler için. 
 
Türkiye’de “popüler kültür”ü ne yazık ki hâlâ kendi tarihsel gelişimimiz içinde ele alabilmiş değiliz. Bizde avam ile havas katlarındaki sanatın formu, dili farklı olsa da ikisinin de son derece yüksek bir irtifadan seyrettiğini hayretle görüyoruz. Divan şiiri ve halk şiirini mukayeseli incelemek burada yeterli fikri verebilir. Halk şiirinin irtifasının, günümüzdeki popüler kültürün alıklaştırılmasına maruz kalan halk tarafından algılanması çok zor görünüyor artık. Büyük bir çürüme var. Popüler bir isim olan Cem Adrian’ın sesinden milyonlarca dinlenen şu metne bir bakalım:
 
“Aramıza girmiş dağlar, denizler. 
Gelemem diyorum öf öf, sen gel diyorsun. 
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler. 
Bulamam diyorum öf öf, sen bul diyorsun. 
 
Sanma bu sevgimiz, sence yaygara. 
Ne dertler bıraktın öf öf, hep sıra sıra. 
Sen yoksun ya böyle, ıssız Ankara. 
Sensiz Ankara. 
Duramam diyorum öf öf, sen dur diyorsun.”  
 
Türkiye için işlem tamamlanmış değil
 
Seven ile sevilen arasındaki bağın nasıl bir başkalaşım geçirdiğini bilmem fark ettiniz mi… Popüler kültürün ürettiği insan tiplerinin sevgisi yankılanmakta burada.Metin klişe sözlerle başlıyor. Seveni, karlar yolları örtse de çağırıyor sevdiği ama o kavuşmayı, “öf öf” çekerek onca zahmet isteyen bir iş olarak niteliyor. Dahası var: “sanma bu sevgimiz sence yaygara” demekle seven, sevdiğinin aralarındaki bağı “yaygara” olarak görmesinin doğru olmadığını vurguluyor. Onun yerine, onun kararını veriyor. “Yaygara” kelimesiyle ifade edilemeyecek olanın niteliği bundan ancak bir derece üstün olabilir… Sevenin sevdiğine Ankara’da “dur” demesine karşın onun duramamasıyla kurtarılamayacak bu “yaygara”nın türkü formunu iğfal etmesinin kitle karşısındaki yankısı, milyonlarca dinlenmek olmuş. Ben bunu fonda çalan bağlamaya bağlayarak ümitvar olmaktan yanıyım. Türkiye için işlem tamamlanmış değil…

Löwenthal, müziğin popülerleştirilerek müzik olmaktan çıkarılmasına kitabında girmiyor ama biz Türkiye’de popüler kültürü 1980’lerden sonra daha çok “arabesk müzik” etrafında konuştuk. Oysa popüler kültür, modern ve postmodern süreçler boyunca kitlelerin alıklaştırıldığı, Soljenitsin’in “şer güçleri” dediği güçler ağının bir parçası olarak işlev gördü. Löwenthal’in kitabının yayını, yapılamayan bu tartışmayı meselenin geldiği bugünün şartlarında ateşler mi bilemiyorum. Kitap, meselenin hem kuramsal boyutunu ele alışıyla hem tarihsel süreci yorumlayışıyla hem de vaka çözümlemeleriyle bunu fazlasıyla hak ediyor. Öyle pasajlar var ki yazarın resmin ayrıntılarını ifade gücüne hayran olmamak elde değil: “Devrimci eğilimlerin çekingence baş gösterdiği yerde, bu eğilimler bolluk, macera, tutkulu aşk, iktidar ve genel olarak sansasyonellik gibi arzu-düşlerinin sahte bir biçimde doyurulmasıyla yatıştırılır ve kısa zamanda durdurulur.”

Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum, meselesine vakıf bir isim tarafından çevrilmiş: Frankfurt Okulu’nun Türkiye’deki izlerinin sürüldüğü Zamanın Tozu adlı çalışmasından da tanıdığımız D. Beybin Kejanlıoğlu, rahmetli Ünsal Oskay’a hayrülhalef olduğunu bir kez daha göstermiş. Umuyorum ki Löwenthal’in eseri, içimizden bir Soljenitsin’in halimizi yüzümüze vurmasına gerek kalmadan postmodern popüler kültürün bugününü düşünmeye imkân versin.