19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

''Şiir geldi düzyazıya'' sığındı!

DÜŞÜNEREK KONUŞAN BİR BİLİM VE SANAT ADAMI OLAN AHMET İNAM’IN YAZARAK DÜŞÜNDÜKLERİNİN BİR KISMI (DÜZYAZI VE ŞİİR), BİR ARAYA GETİRİLİP YAYIMLANDI: ŞİİRİN SINIRSIZLIĞINDA/ ÂNIN AÇIK DENİZLERİNDE… KAPAĞI ÜZERİNDE DURAN İKİ ADINA BAKMANIZ YETİYOR, POSTMODERN GARABETİ ANLAMAK İÇİN.

TURAN KARATAŞ8 Eylül 2016 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
''Şiir geldi düzyazıya'' sığındı!

Sayıları maalesef az olan, memleketimin cins kafalarından, farklı yerlerden bakıp görmeyi/ göstermeyi, düşünmeyi bilen aydınlarından, idraki derin belki de bu nedenle yolunu mistik şiire ve gönül felsefesine düşürmüş olan bir bilim insanı Ahmet İnam. Üstüne çok güzel yakışacak unvanını (Prof. Dr.) pek kullandığını görmedim. Hoca’nın ismiyle tanışıklığımın üstünden çeyrek asır geçti. 80’li yılların sonunda başladığım doktora çalışmamın ön araştırmalarında bir yazıyla karşılaşmıştım: “Türk Şiirinde Mistik Yönelimler” (Yeni Dergi, S. 111, 1973). Küçük bir dalgınlığı itiraf etmenin zamanı geldi. Bahse mevzu yazıdan, incelememin “Metafizik” başlıklı kısmında yararlandım, sayfanın altında (s. 307) da künyesini belirttim. Ne var, aynı künyeyi tezin sonundaki “Bibliyografya” kısmına koymayı unutmuşum. Kitabın ikinci baskısında (2013) bu eksiklik giderildi.

Andığım yazıda, Cumhuriyet'ten sonraki Türk şiirinde mistik yönelimleri inceliyordu Ahmet İnam. Altı mistik yönelim tespit etmişti. Bunlara birer örnek temsilci de gösteriyordu: Hasta mistisizmi (Necip Fazıl), sanat mistisizmi (Tanpınar), yaşama mistisizmi (Asaf Halet), aşama olarak mistisizm (Fazıl Hüsnü Dağlarca), ruhsal mistisizm (Behçet Necatigil) ve kurtuluş olarak mistisizm (Sezai Karakoç). Bilhassa Sezai Karakoç’la ilgilendiğim için, ona dair görüşlerini irdelemiştim. Karakoç’u “topluma yönelik bir mistik” sayıyordu İnam. Şairin, toplumda acı çekenleri mistik gücüyle kurtarmaya çalıştığını, onda bir “mehdi” tavrı bulunduğunu; cemiyetteki sorunları bilen Karakoç’un dünyayı kendisinde eriterek toplumsal bir kurtuluşa yöneldiğini söylüyordu. "Toplumcu düşünceyle hesaplaşmasını yapmaya çalışan, giderek ‘akılcı’ diyebileceğim mistiktir. /…/ Toplumun işlemez yanlarını, aç bırakılmış, acı çeken insanlarını, sihirli değneğiyle kendi içine çekip ‘kendileyerek’, kendisi kılarak kurtarmaktadır.” dedikten sonra, bu tutumun tezahürü olarak da Diriliş şairinin “Çatı” şiirini örnek gösteriyordu. Şiirin ilk iki dörtlüğü şöyledir:

Kaç aç varsa hepsi ben

Kaç hasta varsa hepsi ben

Kaç liman önlerinden dönen

İşsiz hamal hepsi ben

*

Kaç aşktan ters yüz edilmiş

Âşık varsa hepsi ben

Bütün çiçeklerle donanıp

Bütün insanlarla ölen

İkinci defa, Hoca’yı, bir süre başkanlığını yaptığım kuruma söyleşiye çağırmıştık. Belirlediğimiz tarihi büyük bir nezaketle kabul etti, hiçbir metne bakmadan bir saate yakın konuştu; dikkatimi bozmadan dinledim. Hayranlıkla. “Gönlümüzü uyuttuk mu?” diyordu Hoca özetle. Bağırmadan, yüzüne ellerine abartılı devinimler yüklemeden; tatlı ve sahici bir sesle. “Gönlümüzü uyuttuk mu?” Son olarak şu geçtiğimiz Nisan ayının sonunda Bartın’da yaptığımız “edebiyat ve toplum” başlıklı bilgi şölenine davet ettik bir bildiri sunmak için. Toplantının yine en ufuk açıcı, en manalı konuşmasını yaptı Ahmet İnam.

POSTMODERN GARABET

Düşünerek konuşan bu bilim ve sanat adamının yazarak düşündüklerinin bir kısmı (düzyazı ve şiir), bir araya getirilip yayımlandı: Şiirin Sınırsızlığında -Şiire Dalışlar-/ Ânın Açık Denizlerinde -Şiirler-… Şiirle ilgilendiğim için imzalayıp göndermiş kitabı. Birinci kısımda 34 düzyazı, ikincisinde 55 şiir var. Kapağı üzerinde duran iki adına bakmanız yetiyor, postmodern garabeti anlamak için. Hangi toprağa sığınacağını bilemeyen bir yetimin yüzündeki acı gibi. Ya da Avrupa’ya gidip bir daha vatanına eskisi gibi gelemeyen çifte vatandaşlığa kavuşmuş Türkiyeli gibi…

Şimdiye kadar 40’a yakın çeviri ama çoğu telif kitabı yayımlanmış olan Ahmet İnam, tabir yerindeyse, niçin böyle bir garabetin kucağına düştü? Çünkü artık yayınevleri kolay kolay şiir kitabı basmıyor. Hatır gönül bastıklarının sayısı da beş yüzü bini geçmiyor. Ahmet Hoca da, ne yapsın, pılı pırtıyı toplayıp uzaklara gitmeden gözbebeği şiirlerini bir arada görmek istemiş ve "Her mihnet kabulüm, yeter ki şiirlerim kitaplaşsın" deyivermiş sanki!

Osmanlı’da matbu eserlerin yaygınlaşmaya başladığı dönemden (1880’ler) İslam alfabesinden ayrıldığımız 1928 yılına kadar basılmış olan irili ufaklı 5 bin kitabı elden geçirmiştim bir vesileyle; hiçbirinde nazmın nesre “içgüveyisi” girdiğini görmedim. Ve dahi biz, akademide; hatta bu iki terimin dilimize mâlolduğu tarihten bugüne, sözlü ve yazılı dilde; dönemin edebi meselelerini anlatırken hiçbir zaman “nesir-nazım” demedik, yazmadık. Her iki biçimde yazılan ürünler, şayet bir kitap zarfı içinde toplanacaksa, önce manzumeler sonra nesirler kondu. Ne zamana kadar, 28 Şubat postmodern darbesine kadar. Bilhassa bu tarih itibariyle, o zamana kadar millet olarak biriktirdiğimiz bütün kıymetler, birileri tarafından bilerek, bilinçle, bir program dahilinde, hedefe varmak için, bir bir tarumar edildi, tüketildi. Her alanda. Dilde, sanatta, toplumsal hayatta, siyasette, ekonomide, ticarette… Okuyup yazdığım için dildeki iflası biliyorum. Medeniyetimizin en manalı kavramları olan “cemaat”, “himmet”, “hizmet”, “abi”, “abla”nın  sadece içi boşaltılmadı, kirletildi. Adeta “iğfal edildi”! Bu kıyıma, maalesef, güya “saf” ama kurnaz, “köşedönmeci”, dünyacı, hadi Salih Tuna’nın adlandırmasını kullanayım kimi “fırıldak”lar da su taşıdı, mermi taşıdı, zemin hazırladı? Niye? Çünkü dünya nimetleri, menfaatleri bunu gerektiriyordu. Ahmet İnam Hoca’nın kitabı, edebiyatta bu aymazlığımızın son noktasıdır. Umalım, dileyelim, gayret edelim; bugünlerde çok söylendiği gibi, artık bu topraklarda hiçbir şey 15 Temmuz’dan önceki gibi olmasın...

Bu yazıda anlatacaklarım asıl başka şeylerdi, lâkin dert deşilince söz saçaklandı nerelere geldi. Dikkat ettiniz mi, ne zamandır kitapların münderecatını konuşmuyoruz. Nesne olarak da elbette kitapların bir kıymeti vardır. Ama bugünkü kadar, bu denli şekilci, yüzeyci, göz boyamacı olmamıştık; satıhta kalmamıştık. Şiir kitapları, şimdiki gibi itilip kakılmamıştı, bir köşeye atılmamıştı. Yazdıklarını şiir diye bastırtan ve kitap kitap üstüne yılda bir "bitik" çıkaran şişkin mizaçların kaçı bunun farkındadır, bilemiyorum.

Ne demişti Gülten Akın, “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” Bundan sonra vaktimiz olacak inşallah…