20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Son Selatin Külliyesi

Hamid-i Evvel Külliyesi, Osmanlı Devleti’nin son büyük külliyesi. Şimdi kısmen ayakta olan külliye hakkında Mehmet Nermi Haskan’ın kaleme aldığı Hamid-i Evvel Külliyesi ve Çevresi adlı kitap ise arşivde unutulup sonra tekrar bulunarak yayınlanması ile başlı başına bir kitaba konu olabilecek bir maceraya sahip.

SUAVİ KEMAL YAZGIÇ16 Haziran 2018 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Son Selatin Külliyesi
Medeniyetimizi bir kozmos şeklinde düşünürsek bunun mimari tasarım olarak karşılığı külliyelerdir. Camii, medrese, şifahane, kütüphane, imaret, hamam, çarşı, türbe, tabhane, sebil, muvakkithane ve benzeri yapılardan oluşan külliyeler, sadece bir yapılar topluluğu değil hayatın öncelikler manzumesinin takip edilebildiği bir mana bütünüdür. Selçuklularda başlayan, beylikler döneminde devam eden bu külliyeler geleneği Osmanlı zamanında zirve örneklerine kavuşmuştur. 18. yüzyılda yaşayan Sultan I. Abdülhamid’in Eminönü’ne inşa ettirdiği Hâmid-i Evvel Külliyesi, Osmanlı zamanında yapılmış son selatin külliyesi olduğu için onu Osmanlı Devleti’nin İstanbul’a son kozmos tasarımı olarak değerlendirmemiz mümkün.
 
Bugünlerde adını ve dönemini daha çok andığımız II. Abdülhamit’ten 100 yıl önce padişah idi I. Abdülhamit. Ancak bu ondan daha rahat bir zaman diliminde yaşadığını düşünmemize sebep olmasın. Osmanlı İmparatorluğu yine güçlü devletlerin kurtlar sofrasında hayat memat mücadelesi veriyordu.
 
KÜLLİYENİN ÖNCELİKLERİ
 
O zaman Bahçekapısı denilen Bahçekapı semtinde yer alan Hamid-i Evvel Külliyesi; imaret, sıbyan mektebi, sebil, medrese, mescid, kütüphane, çarşı, türbe ve hazireden oluşmakta. Külliyeden ilk hizmete giren binanın imaret olması elbette anlamlı. Günde dört-beş bin kişiye iki öğün yemek veren imaretin bir başka hazin yönü, zamanla imaret sisteminin ifsad edilmesiyle kapatılması ve külliyeden ilk yıkılan binanın da imaret olması. Yerine Mimar Kemalettin’in imzasını taşıyan IV. Vakıf Han yaptırılan İmaret’e gösterilen vefasızlık daha sonra da Mimar Kemalettin Bey’e yapılmış ve kabrini yapmayı taahhüt eden Evkaf Müdürlüğü sözünde durmamıştır. İmaretlerin durumu ise trajiktir. Islah edilmeye teşebbüs edilemeden gözden çıkarıldığı o yıllarda bir anda tüm imaretler kapatılmış, ancak zamanın yoksulluğuna bir de İstanbul’da artan muhacir sayısı eklenince imaretler tekrar açılmak zorunda kalmıştır. Ancak külliyenin imareti bir kez kapatılmıştır. Külliyenin imaretten sonra açılan ikinci binası ise 60 öğrenciye günde ikişer akçe veren sıbyan mektebidir. Daha sonra ise sebil açılır. (İmaret yıkılırken sebil, Gülhane Parkı’nın kapısının karşısına taşınacaktır.) Bu üç bina aynı zamanda bir külliyenin niçin inşa edildiğinin göstergesi olarak okunabilir. Devrin en zaruri kabul edilen ihtiyaçlarını karşılamak için inşa edilen külliyeler, bir lüks ve ihtişam sembolü değil sosyal faydalar gözetilerek inşa edilmiş yapı topluluklarıdır. 
 
MEDRESE VE KÜTÜPHANE
 
Külliye’nin medrese ve kütüphane kısmının halen ayakta olmasının sebebi ise binasının “yıkılma” şartı ile devredildiği İstanbul Ticaret Borsası’nın “restore” ederek kullanmayı tercih etmesinden kaynaklanıyor. Medresenin mescit kısmının beton bir hasırla iki kata bölünmesi  ve iç avusunun üstünün kapatılması dışında büyük bir değişim yaşamamış.
 
Külliyenin kütüphane kısmının en önemli şahitlikliklerinden biri Osmanlı tarihi denince akla en çok gelen kaynaklardan birine imza atan Avusturyalı tarihçi Hammer’in çalıştığı mekânlardan biri olmasıdır. Joseph von Hammer 1822’de yayımladığı İstanbul ve Boğaziçi adlı eserinde Hamidiye Kütüphanesi›ne genişçe bir bölüm ayırır. Hammer, kütüphane için: “Sultan Abdülhamid Kütüphanesi diğerleri içinde en yeni kurulanıdır. Adı geçen padişahın türbe ve medresesinin yanında, Bahçekapısı semtindedir. Bu kütüphane hem yakınlığı hem de personelinin iyiliği ve hizmetseverliği yüzünden Galata’da, limanın tam karşısında oturan Avrupalılar için gidilmeğe en müsait ve en faydalanılabilir bir kütüphanedir” der. Hamidiye Kütüphanesi’nde uzun saatlerini çalışmakla geçiren Hammer, kütüphaneyi ve dikkatini çeken hususları şöylece anlatır: “Burada Türk tarzında (bağdaş kurarak) oturulmaktadır. Ne bank ne de iskemle vardır. Yere sadece hasır serilmiştir. Oraya buraya konulmuş olan rahleler, oturmak için değil, okuyucuların üzerine kitap koymaları için kullanılmaktadır. Burada da İstanbul’un bütün diğer kütüphanelerinde olduğu gibi, kitap salonu aynı zamanda okuma
 
salonudur. Kitaplar tel kafesli dolaplarda yatay olarak üst üste sıralanmıştır. Kitap adları bizde olduğu gibi kitapların sırtlarında değil, cildin etek kısmında yahut ince ciltlerin ara kapaklarında yazılıdır. Bu kütüphaneler -cuma hariç- bütün gün sabahtan ikindi namazına kadar -yani güneşin doğuşundan öğle ile güneşin batışı arasındaki zamana kadar- açıktır, hattâ bazıları güneşin batışına kadar açık kalmak zorundadır. Öğleyin ezan okunduğu zaman, bütün okuyucular ayağa kalkar, yüzleri kıbleye dönük olarak sıralanırlar. İçlerinden biri öne geçip namazı kıldırmak için imam olur. Bu dinî hareket, orada bulunan ve namaza katılmayan Avrupalıları hiç rahatsız etmeden yapılmaktadır. Bu durum, yabancıların çalışmasının, namazın değerinden bir şey kaybettirmediğine ve ayni zamanda dinî hoşgörürlüğe güzel bir örnektir.”
 
1924 yılında yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile vakıf kütüphaneleri, Millî Eğitim Bakanlığına devredilince Hamidiye Kütüphanesi; Çarşamba’daki Murad Molla Kütüphanesi’ne taşınır. 1954 yılında koleksiyon yeniden adres değiştirir ve Türkiye’nin en büyük yazma eserler kütüphanesi olan Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilir. O tarihten beri de aynı adreste korunmaktadır.