23 Nisan 2024 Salı / 15 Sevval 1445

Tarihe makas değiştirten nedir?

Koray Şerbetçi, Tarih Neye Yarar? isimli kitabında, tarihin, bir ruh halleri okumasına tabi tutulduğunda perdelerinin aralandığına dikkat çekiyor.

HALE KAPLAN ÖZ4 Kasım 2017 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Tarihe makas  değiştirten nedir?
Tarihçi-yazar Koray Şerbetçi kocaman bir soru ile okurunun karşısında: Tarih Neye Yarar? TÜRDAV tarafından yayınlanan kitapta Şerbetçi okuru ruh halleri tarihine bakmaya çağırıyor. “Tarih yazmak aslına bakılırsa ruh hallerin araştırılmasıdır. Bir halkın, bir edebiyatın, bir insanın tarihini yazmak, onun psikolojisini yazmaktır” diyen yazar, kitabın iddiasının insan psikolojisini anlamadan onun tutumlarını anlamanın imkansızlığına vurgu yapmak olduğunu söylüyor. 
 
Bize tarih anlatılırken nerede yanlış yapılıyor da bir türlü sevemiyoruz? Siz bu kitabı hazırlarken nasıl bir perspektifle yaklaştınız hem okura hem tarihe?
 
Bu soruyla karşılaştığımda aklıma hemen Hindistan’ın yüz akı olan Tagore gelir. Tagore tarihi bir türlü sevememe hastalığının teşhisini bir hamlede yapmıştır. Şöyle der: “Bir şeyi anlamak onda kendimizden bir şeyler bulmaktır”. Bu söze sırtınızı yaslayıp tarihe bakarsanız mesele daha iyi anlaşılacaktır. Zira insanlar ama bilhassa gençler tarih kitaplarının sayfalarını çevirirlerken pek çok olay ve şahsiyetle karşılaşır. Örneğin imparatorlar, komutanlar, fikir adamları ve bilim adamları vs. gibi. Ama bu karakterler tarih anlatımının dili ile öyle bir yükseğe yerleştirilirler ki ulaşılması imkansızdır. İş böyle olunca tarih okuyan insan bu karakterleri ne günlük hayatının içine alabilir ne de kendi yaşamı adına onlardan payına bir hisse düştüğünü görebilir. Tam bu noktada tarihten bir kopuş başlar. Mesleği tarih olmayan biri için bu noktadan sonra tarih, geçmişte olup bitmiş olaylar ve hiçbir şekilde arasında kişisel bağ kuramayacağı üst insanlar koleksiyonundan ibaret kalır. O zaman biraz da faydacı bir kimliğe sahipse hemen: Hayatta ne işimize yarayacak ki bunlar? Der ve işin içinden çıkar.
 
Benim kendime vazife edindiğim yer bir yazar olarak tam bu noktada işe karışmak. İnsanlara tarihi olayların ve kişilerin aslında birer insan olduğunu anlatarak başlıyorum işe. Devamında ise eğer bunlar senin benim gibi insansa emin ol senin zaafların kadar zaafları var diyorum. Ayrıca sen de günlük yaşamında onlar gibi düşünebilir ve yaptıklarından kendi minyatür dünyan için hisseler alabilirsin diyorum. Zira yaşam araçları değişse de emin olun insan değişmemiştir yüzbinlerce yıldır mesajını veriyorum. Böylece okur ile tarih arasında, tarihte kendinden bir şeyler bulabileceği bir köprü kuruyorum. Kitabın dayandığı ana zemin budur desem yeridir.
 
Verdiğiniz örnekler güneşin altında kıyafetleri ve kullandığı aletleri dışında insanın değişmediğini gösteriyor. Tek diş= tek taş /taş devri insanı= dijital çağ insanı… Durum böyleyken neden hep değişimi vurgulamak istiyor ve umut ediyoruz?
 
Dediğim gibi elbette bir şeyler değişiyor ama bu değişim araçlardan ibaret. Yani çok kabaca ifade etmek istersek 10 bin yıl önce tunç balta kullanan insan şimdi elektrikli testere kullanıyor. Olay bu kadar basit. Bunu alıp her duruma uygulayabilirsiniz. Kitapta ifade ettiğim bir örnek var. Mağarada yaşayan insan gözünden sakındığı ateşi söndüğünde nasıl bir kaygı ve korku yaşıyorsa, günümüz insanı da elektrikler kesildiğinde aynı kaygıyı yaşıyor. Mağara eve, ateş elektriğe dönüştü bu değişimdir ama kaygı aynı kaygı. O değişmedi ve değişmeyecek. Değişmemesinin yanında Taş Devri insanının da Modern insanın da tavrını yönlendirecek olan da içinde bulunduğu ruh hali. Kastettiğim tam da bu işte.
 
Heredot’un aktardığı Babil’de hastalanan kişilerin kent meydanına getirilmesi ve gelen geçenin tavsiyelerde bulunması bahsi, internette seri tıklarla ve öneri okumalarla ilerleyen modern insanın teşhis yöntemine ne kadar da benziyor. O tık’lar bugünün insanını kaygı bozukluğuna sürüklüyor. Dürtüler ve olayların aynılığı aynı sonuçlara götürüyor mu tarih genelinde?
 
Elbette. Tarih yazmak aslına bakılırsa ruh hallerin araştırılmasıdır. Bir halkın, bir edebiyatın, bir insanın tarihini yazmak, onun psikolojisini yazmaktır. İşte Tarih Neye Yarar? kitabının kendi halince bir iddiası da budur. Yani insanın psikolojisini anlamadan onun tutumlarını anlamanın imkansız olduğunu anlatmak. İşi buradan alırsanız insan tutumlarının tarihin akışına nasıl makas değiştirttiğine tanık olursunuz. Misalen Marconi diye bir alim var. Bugün wifi’den tutun da kablosuz iletilen her sinyalin altında onun imzası var. Ama zamanında İtalya’daki okullar buna yüz vermemiş. Zekası yetmez diye üniversiteye alınmamış. Ama annesi ona sahip çıkmış, oğlunun maddi ve manevi arkasında durmuş. Sonuç ne peki? Adam kablosuz sinyal iletimini icat etmiş. Bakın bir annenin psikolojisi işi nereye götürüyor. Bir annenin tavrı topyekün biz insanoğlunu nasıl bir konfora götürdü. Bunun gibi sayısız örnek verebiliriz. Olayın özü de budur aslında.
 
Büyük Asoka- Büyük İskender mukayesesi kitabın en dikkat çeken bölümlerinden. Maddeyi ruhun hizmetine veren Hint imparatoru ve maddeyle teselliyi bulamayan İskender... Bugün hala İskender’in anılıp Asoka’nın pek de bilinmemesi neyle ilişkilendirilmeli?
 
Kitabın esasta anlattığı noktanın, modern insan diye bir şeyin olmadığını, insanın hep aynı insan olduğunu dillendirilmesi olduğunu ifade etmiştim. Sorduğunuz soru bu anlayışı tamamlar nitelikte bir vurgudur. Çünkü tarihi düz bir çizgi olarak algılamak, ileriye doğru hep iyi şeyler olacağını söylemek ve modern insanı kutsamak Batı düşüncesinin iddiasıdır. Kitapta ikinci vurguyu da bu iddianın geçersizliğine yaptım. Batı düşüncesi her ne kadar çoğulculuktan bahsetse de aslında kendi tezlerini biricik doğru olarak tüm yeryüzüne dayatır. Düpedüz tekelcidir. Kendisinin iddiaları bilimsel, akılcı ve biricik gerçektir. Öteki medeniyetleri iddialarını ise fantastik ve eğlencelik renkler olarak görür, ciddiye almaz. Asyalı bir millet olan biz Türklerin asıl yenilgiye uğradığımız nokta bu Batılı zihinsel tezleri ön şartsız kabul ettiğimiz noktadır. Kitapta büyük kral olarak İskender ve Asoka’yı kıyaslamamın temelinde bu var. Tüm yeryüzüne İskender’i hayatının en ince kıvrımlarına kadar ezberlettiler. Ama kral Asoka’yı Hint tarihine merak salan üç beş araştırmacı dışında bilen yok. Oysaki İskender hayatı güçle ele geçirebileceğini sanan, sadece gücü kutsamış biri. Tam tipik bir Batılı. Oysaki Asoka da güçlü bir kral. Gücü deneyimlemiş ama sonra götürüp tüm gücü maneviyatın emrine vermiş tipik bir Asyalı. Bambaşka bir iddiası var ama bilen yok. Neden? Çünkü yoğun bir Batılı tarih anlatımı propagandasına maruz bırakıldık. O zaman yapmamız geren Batı dışında insanoğlunun başka birikimlerine bakmak, kendimiz için hisse çıkarmak ve ona göre bir tarih dili kullanmak olacaktır diye düşünüyorum.
 
Var olmak ve varlıklı olmak birbirini tüketmekle mi yükümlü?
 
Tam öyle değil aslında. Ama mesele önceleme meselesi diye düşünüyorum. İnsan varlık karşısında bu ikilemden hangisini öncelerse hayata karşı bir duruş geliştiriyor. Bu duruş tutumlarını, tutumlar da aklınıza gelecek her şeyi belirliyor. Bu tür soruları sormak ve yanıtını almak cidden önemli. İşte o zaman kendinizi bilme kavramı hem bireysel hem toplumsal olarak  gelişiyor. Çünkü bir toplumun yol haritasını çizen üç nokta var: Tabiat karşısındaki tutumu, aile karşısındaki tutumu, ölüm karşısındaki tutumu. Toplumun rengini bu üç duruş belirler. Buna baktığınızda bir Fransız toplumu ile Türk toplumunun neden farklı tutumlar geliştirdiğini anlayabiliriz diye düşünüyorum.
 
Asyalıların rolü her zaman öteleniyor verdiğiniz örneklerde. “Güneşin doğduğu diyarda yaşayanların hakikatleri var ama bu hakikatleri pazarlayacak reklamcıları yok” diyorsunuz. Reklam ve hakikat, biri diğerini reddeder daima. Öyle değil mi?
 
İlk bakışta öyle görünüyor ama değil bence. Asyalılar varlığın sırlarını çözme yöntemlerinde daha deruni metodlara sahipler. Batılı insan daha yüzeysel düşünüyor. Ama gelgelelim çözdüğünüz bu hakikatleri bir şekilde dillendirmeniz gerek. Bunu anlamak için daha basitçe örneklendirirsek; Ortaçağda İngiliz halk hikâyelerinde mevcut olan bir haydut var adı Robin Hood. Hikayeler Robin Hood sayesinde İngiltere’nin en ünlü ormanlarından biri olan Sherwood Ormanı’da geçer. O dönemki İngiliz halk zihniyetinde isyan psikolojisinin tercümanı olmuştur. Ama bu İngiliz halk hikayesi öyle bir pazarlanmıştır ki bu konu vurgulanınca akla sadece Robin Hood gelir. Dünyanın neresine giderseniz gidin Robin Hood’u herkes tanır. Oysaki Anadolu’dan Kafkasya’ya oradan İran’a kadar Türk halk muhayyilesinin böyle bir kahramanı vardır. Tabii ki Köroğlu! Ama bırakın dünyanın Köroğlu’nu tanımasını, nerdeyse biz unutacağız Köroğlu’nu. Sanırım tam olarak anlatmaya çalıştığım bu. Eğer biz Asyalılar karşı zihinsel sembollerimizi yeryüzüne haykırmaz ve hep savunma pozisyonunda kalırsak tekelci Avrupa karşısında kaybetmemiz mukadderdir.