19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Tarık Buğra: Hâzâ yazar!

Eylül ayında doğumunun 100. yılına girecek olan Tarık Buğra’nın yazmak pahasına çektiği zorlukları, ilk yazdıklarının heyecanını, sancılarla dolu yalnızlığını ve yazarlığını Büyük Ağa: Tarık Buğra’dan okuyun.

HÂLET YILMAZ16 Haziran 2018 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Tarık Buğra: Hâzâ yazar!
 
“Eski çağların ormanlarında, çok eski bahçelerde,
Unutulmuş kuşlar vardır, ben bilirim,
Yaklaşırlar bana, yalnız bana, allı pullu kanatlarla,
Yalnız benim duyduğum masallarla, ninnilerle, ağıtlarla…”
 
Beşir Ayvazoğlu, Büyük Ağa Tarık Buğra kitabında hemen her okuyucunun hakkında iyi kötü bir fikir sahibi olduğu Tarık Buğra’nın -her zamanki alışılmışın dışındaki üslubuyla- çocukluğunu, ilk gençliğini, edebiyata büsbütün bulaşmasını sağlayan üniversite yıllarını, Küllük Kahvesi mesailerini, yıllarca alışamadığı gazetecilik mesleğini ve en çok sancılarla dolu yalnızlığını ve yazarlığını anlatıyor. Kitap, genişletilmiş ve düzenlemiş bir yeni baskı… Tarık Buğra’yı ne de az tanıyormuşuz hayıflanması bir-iki kelime arkadan bizi kitap boyunca takip ediyor. Adorno’nun “Ondan hep söz et ama hiç düşünme” sözü bir bakıma Tarık Buğra’yı ne kadar bildiğimizi daha doğrusu onun üzerine ne kadar az düşündüğümüzü de anlatmaktadır. Belki de müstakil bir yaşam ve düşünce tarzını benimsemesi, dönemim ideolojik akımlarına bulaşmamış olması ve bizim de taraf olmayanı bertaraf etme alışkanlıklarımızdan ötürü onda bir arzu olan yalnızlığına hapsolmuştu. 
 
YAZMASA OLMAZDI
 
Tarık Buğra, içine kapanma ve kendi başına vakit geçirmenin pasif bir eylem olmadığını, bilakis yazmanın dinamosu olduğunu düşünürdü.  Çünkü “İçine kapanıveren insan, dünyayı da oraya taşımak ister, içine… Ve anlatmak hırsına kapılır gibi geliyor bana,” derken aslında kendini tam da buna uygun bir şekilde gerçekleştirme arzusundan bahseder.  Ancak yazarken kendisi olabilen bir yazarı hiçbir iş tam olarak tatmin edemez. Ayvazoğlu, kitap boyunca Tarık Buğra’yı hiçbir ayrıntıyı atlamadan bir bir anlatırken, onun kendini gerçekleştirme arzusu ile bu arzunun bir adım gerisinde kalan alanda nasıl mücadele ettiğini tam da bu noktadan okumak gerekir; yani yazma arzusundan. Tıpkı Sait Faik’te olduğu gibi “yazmasam delireceğim” demesindeki tutum, ne olduğunu bilmediğimiz ama her zaman içimizde bir yerde hissettiğimiz o eksikliği tamamlamaya yönelik oluyor. Yazarak bu eksikliği giderip kendini tamamlamaya çalıştıkça, söz konusu eksiklik kendini yeni bir eksikliğe dönüştürüp yeniden kalem ve kâğıda el atmayı, her defasında yeni bir şeyler yazmayı zaruri hâle getiriyor.  
 
Eylül ayında doğumunun 100. yılına girecek olan Tarık Buğra’nın yazmak pahasına çektiği zorlukları, ilk yazdıklarının heyecanını, bir türlü alışmadığı çalışma hayatına; Osmancık’ı, Küçük Ağa’yı, Gençliğim Eyvah’ı yazmak için nasıl da tahammül ettiğini, Ayvazoğlu’nun kaleminden okurken bir yerden sonra biyografi değil de ana karakteri Tarık Buğra olan bir roman okuyormuşuz hissine kapılıyoruz. Ama öyle bir karakter ki hemen her yaşadığında kendimizden bir parça buluyor, her hikâyesinde kendimize ait bir şeyleri tahayyül ederken yakalıyoruz kendimizi ve tam o anda biraz daha var olduğumuzu hissediyoruz.

İyi ki doğdun Tarık Buğra, yazmaya duyduğun arzuyu okurken yer yer cesaret alıp eksikliğimizle bir nebze olsun yüzleşebildiğimiz için…