19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Türk şiirinin zarif ruhu

İçinde bulunduğumuz yıl, şiirleriyle Kudüs’ten Afganistan’a dek İslâm diyarlarına elini uzatan haysiyet sahibi bir Müslümanın, Cahit Zarifoğlu’nun 30. ölüm yılı. Zarifoğlu’nun örnek şahsiyeti ve sanatçı kudretini açığa çıkaran kıymetli yazılardan mürekkep Bir Dağ Nasıl Söylerse Öyle adlı eser, Fatih Andı ve Hüseyin Yorulmaz hocaların editörlükleri ile okurla buluştu.

DOÇ. DR. ÖZLEM FEDAİ15 Eylül 2017 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Türk şiirinin zarif ruhu

Şahsiyet ve haysiyet… İnsanlık tarihi araçsallaştırılmayıp gerçek anlamıyla “insanlığın tarihi” olarak okunabilirse, bu iki hasletin eksikliğinin her hissedildiğinde, peygamberlerden ve din ulularından sonra en çok şairlerin akla düştüğünü yeniden görme imkanını bulabileceğimizi sanıyorum. Kimileri, biz zaten bunu biliyoruz, şu “görme imkanını yeniden bulabiliriz” de ne demek oluyor, diyebilir. Kolayına söylenmiş bir söz değilse bu, her türlü takdirin üzerindedir. Ancak sanatın, Allah’ın yaratma kudretinin karşısına çıkarıldığı hümanizm ideolojisinden beri sanat ve tabii olarak sanatçı kişilik, bana kalırsa en çok şahsiyet ve haysiyetinden kaybetti. Bu yüzden de Türk edebiyatı, sanatı ve düşüncesinin sakinleri olmaya çalışan bizler, kaybettiğimiz şahsiyet ve haysiyeti, geçmişte olduğu gibi bugün de fahr-i kâinat Efendimizin peşi sıra yol alan şairlere daha bir yaklaşarak kavramaya çalışıyoruz.

Hümanizmin köken bilgisini kaybettirdiği Batı sanatı, bu imkanı neredeyse yüz yıldır kaybetti. Dünyayı kana bulayan şahsiyetsiz ve haysiyetsiz caniler Batı’nın alamet-i fârikası oldu. Zaten dikkat edilecek olursa, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı sanatında, bu canilere hiçbir itirazın yükselmediği görülür. Batılı sanatçı vicdanını kaybetmiştir. Dünyadaki kötülüklere itiraz onun konforunu bozacağı için sessizdir. Şahsiyetsizlik ve haysiyetsizlik demeye gelen bu hal, ondaki sanat cevherini de elinden almıştır. Batı’da en son 68 Kuşağı olarak adlandırılan bir dönemin bazı isimlerinde bir nostalji olarak kalan şeyin bizde de yok olmamasını istiyorsak güçlü bir hafızaya sahip olmamız gerekiyor.

Evet, hafıza… Bana kalırsa geçmekte olduğumuz şu zor günlerde Türk edebiyatı, sanatı, düşüncesinin diri kalmasının en büyük gücü bu hafızadadır. Söz gelimi siyasetimiz yön bulmakta zorluk içinde mi? Muhammed oğlu Alparslan’dan Yavuz Sultan Selim’e, II. Abdülhamid’e, oradan günümüze bir çizgi çekeceğiz. Ya da dinî düşüncemizle oynamaya çalışan, evvelce türeyen modernlerin yerini postmodern yüzler mi aldı? O vakit de Kutadgu Bilig’in kaleme alındığı yerlerden Anadolu’ya, buradan da dünyanın elimizin erdiği yerlerine taşıdığımız “maya”nın tarihi seyir içindeki haline bakacağız. Günün instagram fenomenine dönmüş din adamlarına hiç bakmayacağız. Biz Türk edebiyatı araştırmacıları için de bu böyle… Bizde edebiyat tarihi ve eleştirisi her ne kadar Batılı bir akılla ve yöntemlerle doğmuş, ilerlemiş gibi görünse de yöntemlerin uğruna aklımızın bağını koparıp ele aldığımız meseleleri bir fantezi nesnesine dönüştürmememiz gerekiyor. Türk edebiyatı, büyük ve hayatî önemde bir hafıza demek çünkü. O hafızanın kıymetini araştırmalarla ortaya koymak çok önemli. Dünyanın en mühim mücadelesi fikrî plandadır.

SAHİCİ BİR MÜSLÜMAN

İçinde bulunduğumuz yıl, şair Cahit Zarifoğlu’nun ölümünün 30. yılı. Günümüzün şairleri, Zarifoğlu’ndaki şahsiyeti ve haysiyeti muhakkak ele alıyorlardır. Anlamlı olan, aynı çabanın günümüzün akademisyenlerince de gösterilmiş olması. Fatih Andı ve Hüseyin Yorulmaz hocalar, editoryal sorumluluklarını üstlendikleri Bir Dağ Nasıl Söylerse Öyle çalışmalarıyla, yazımızın başından beri vurgulamaya çalıştığımız mevzulara güzel misal teşkil etmiş oldular. Bu büyük şair, İşaret Çocukları’nı ona yazdıran fevkalade sanatçı şahsiyeti ve Kudüs’ten Afganistan’a, İslam diyarlarına uzanan haysiyet sahibi Müslümanlığıyla capcanlı önümüzde duruyor.

Zarifoğlu’nun Türk şiirinde göründüğü 1960’lı yıllarda ülkemizdeki edebiyat düşüncesi iki etki altında şekillenmekteydi: Hümanist sanat düşüncesi ve Marksist düşünce. Kuşkusuz N. Fazıl ve S. Karakoç’un şahsiyet ve haysiyetleriyle savunduğu İslam sanatından doğmuş bir sanat düşüncesi de vardı. Ancak onun varlığı, öylesine baskı altındaydı ki onu savunanlar, gerçek birer cengavere dönüşmek zorunda kalıyordu. Zarifoğlu, işte böylesine güç ve o kadar da mühim bir sorumluluğu üstlenen biriydi. Daha ilk kitabı İşaret Çocukları’yla, İkinci Yeni olarak adlandırılan şairlerin soyut imajlarla kurdukları şiir dünyasının köksüz, yersiz yurtsuz, yabancı, cinsiyetsiz, tavırsız yanlarını, Türk şiirinin köküyle ve atmosferiyle yeniden inşa etmeyi başarmıştı. İnancına adanmış sahici bir Müslüman şair olan Zarifoğlu, zamanının hümanist, Marksist renklere bürünmüş laik şiirinin karşısına Yedi Güzel Adam gibi bir başyapıtı nasıl koyabildi? Önemsenmesi gereken bir sorudur bu… Şahsiyet ve haysiyetle dopdolu kişilerin soyut resimlerini seçmeye çalıştığımız bu eser, başka bir şairin elinde sembolize etmenin basitliğine düşerdi. Nitekim 1970’li yılların sosyalist şairleri idealize ettikleri devrimci kişileri semboller etrafında resmettikleri için şairden çok karikatürist görüntüsü vermişlerdi. Zarifoğlu, belli ki büyük sanatçıların kişiliklerine bitişik buldukları bir yeteneğe sahipti. Yaşamak adını verdiği günlüklerini okuduğumuzda gördüğü her şeyi, o haysiyet sahibi şahsiyetiyle nasıl kendine has kıldığına biz de şahit oluruz. Zarifoğlu, Maraş’tan beri dost olduğu R. Özdenören, A. Özdenören, A. İnan gibi arkadaşlarıyla yaşadığı zamanda, bir Müslüman şair olmanın sorumluluğunu beraber üstlenir ama onda yaşadığı zamanın şiirini, Türk şiirinin büyük hafızası içinde yenileyebilecek bir yetenek vardır. Meşrebi buna zaten zorlamaktadır onu. İlk iki kitabı bunun coşkusundadır. Menziller, Korku ve Yakarış’ta yer alan şiirleriyse, o coşkun şairin ona kendi sınırlarını gösteren kaderini duyurmuş olmasının ezgileri gibidir. Tedirginliği artmıştır şairin. Sorumluluğu artmıştır çünkü…

BİR DAĞ GİBİ DİZ ÇÖK 

 Bir Dağ Nasıl Söylerse Öyle, işte böylesi anlamlı bir ömür süren Zarifoğlu’nu tanıyabilmemiz için hazırlanmış iyi bir kaynak çalışma. Kitabın sunuşunda Fatih Andı, çalışmaya adını veren dizelere atıfla ‘dağ’ imgesini şöyle açıklıyor: “Bu imge, birçok görünümlerinin yanında onun kendisini anlatmak için başvurduğu bir araca dönüşür kimi zaman. Fakat bir yükseklik ve tekebbür ifadesi değil, bir tevazu ve içiyle halleniş imkanı olarak. ‘Özgürlüğe Doğru’ şiirinde bunu görürüz:

Binbir helak ve kurtuluş ve Allah selâmıyla girilen ovada

Bir dağ gibi diz çök kendine ırmak ol tut tut bırak yıldırımları

...

Sen gönlünü yukarıya bil

Bir dağ nasıl söylerse öyle söyle

Bir dağ nasıl inilerse başla öyle.

Gerçekten de Cahit Zarifoğlu, şairliğin ‘tekebbür’ ile bir tutulduğu son dönem şiirinde bunca özgünlüğüne rağmen ‘gönlünü yukarıda değil yukarıya bilen’ bir şair olarak müstesna bir şahsiyet portresi ile çıkar karşımıza. Rasim Özdenören ile Zarifoğlu üzerine yapılan röportajda bu portrenin farklı veçhelerini görüyoruz. “Dost Dosta Ayna” başlığıyla verilen bu bölümde Özdenören’in şu şahitlikleri mühim: “Muhtelif cepheleriyle söyleyeyim. Bir defa şair bir adam. İki: Sanatkar. Üç: Baktığı tablonun estetik yanlarını gören birisi. Üstelik bütün bunlar kesbî değildir Cahit’te, vehbîdir. Bütün bunlar vehbî olarak bu adamda var. Cömert ama harcayacak parası yok (…) ben Cahit’in bir tek gün olsun o para sıkıntısını bize intikal ettirdiğini, böyle borç para alma verme, bu durumlara asla tevessül etmediğini biliyorum.”

Şahsiyet ve haysiyet, dediğimiz yere dönüyoruz sanırım… Böylesi bir şairin portresini daha yakından tanımak için Hüseyin Yorulmaz’ın kaleme aldığı “Zarif Bir Hayatın Menzilleri” bilhassa okunmaya değer. Zira o portrenin öyle kıymetli yönleriyle karşılaşıyoruz ki Zarifoğlu’nu daha iyi kavramak için Türk şiiri tarihi içinde kiminle ölçmeli diye bir soru ister istemez geliyor aklımıza. Bir yandan şiirinin estetiği, etiği ile ilgili; öte yandan günlükten romana, denemeye uzanıyor. İç dünyasının tedirgin yalnızlığından çıkıp İslam coğrafyasının yaralarına dokunuyor şiiriyle. Mavera’da gelmekte olan genç kuşakla diyalog kuruyor. Bir o kadar da çocuklara seslenmesini biliyor. Bir Dağ Nasıl Söylerse Öyle, eğildiği her alana şahsiyet ve haysiyetinin müstesna dokunuşunu bırakan Zarifoğlu üzerine kıymetli yazıları ihtiva ediyor. Yılmaz Daşçıoğlu, Dursun Ali Tökel, Hasan Akay, Alim Kahraman, Gülsün Nakiboğlu, Mehmet Narlı, Ali Ural, Zeynep Kevser Şerefoğlu, Ali Şükrü Coruk, Mustafa Balcı, Zarifoğlu’nun sanatının farklı yönlerini ele alan isimlerden bazıları. Zarifoğlu portresinden neşet eden sanatın mahiyetine yaklaşmak için okunmaya değer başka yazıların yanında Alaaddin Özdenören, Arif Ay, İhsan Deniz, Mehmet Atilla Maraş, Mustafa Aydoğan, Mustafa Ruhi Şirin’in de şaire, şairce yoldaşlığını sunan şiirleri de var kitapta. Bunlara anıları da eklemeli… Nurettin Durman, Sadık Yalsızuçanlar, Mehmet Gemci, Fahri Tuna’dan başka Zarifoğlu’nun yeğeni İbrahim Yavuz Zarifoğlu’nun düştükleri kayıtlar, Bir Dağ Nasıl Söylerse Öyle’yi zenginleştiriyor.

Cahit Zarifoğlu hakkında bundan sonra da genç neslin hafızasına onun şahsiyet ve haysiyet sahibi portresini gereği gibi nakşedebilecek başka çalışmalar da umuyorum ki yapılacaktır. Bu tip çalışmaların ana amacı hafızanın canlı tutulmasıdır. Eleştirdiğimiz Batı’nın, toplumun işleyişinde bir sözü, işlevi olabilecek gençleri bir hafıza sahibi kılmaya çalıştığını görüyoruz. Türk edebiyatı araştırmacılarının vazifelerinden biri de budur. Bu itibarla büyük Türk şiirinin bu ‘Zarif ruhu’nu rahmetle anmak ve onu anlamamıza dün olduğu gibi bugün de kendince emek veren herkesi selamlamak gerekiyor…