19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Yerini yadırgamayan, her çağda yaşayan adam: Kontemporari İbrahim

O her çağın çağdaşıdır. Tarihte yol göstermediği büyük adam neredeyse yoktur. Gerçek bir estet ve entelektüeldir. Yerliliğinden ödün vermez, aşırı ciddi adamları hiç sevmez... Edebiyatımızda güçlü bir sesi müjdeleyen Kontempopari İbrahim Efendi’nin Rüyaları böylesi bir karakterin renkli hikayelerinden mürekkep, değerli bir eser.

HALE KAPLAN ÖZ11 Ocak 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Yerini yadırgamayan, her çağda yaşayan adam: Kontemporari İbrahim

Kontemporari İbrahim Efendi’nin Rüyaları, İbrahim Altay’ın dördüncü kitabı. Kitabın dünya tarihine damgasını vurmuş ama meçhul, çok zamanlı ve çok mekanlı bir kahramanı var. İlk sanatsal oluşumlarda izleri vardır Kontemporari İbrahim’in, mitolojinin nasıl doğdunuğu ‘hiç abartmadan’ anlatır, Eflatun’a mağarada ilk gölgeyi o göstermiştir, Büyük İskender’e küçükken Hindistan’dan ilk bahseden de odur... Pek mütevazı sayılmaz ama takdir etmesini de bilir. Dünya tarihini onun muhteşem Türkçesinden dinlemek çok keyiflidir...

Nitelikli bir edebi eser okurken çok gülmek isteyenlere Kontemporari İbrahim Efendi’nin Rüyaları’nı tavsiye ediyoruz...

l İbrahim Efendi nasıl doğdu, neden kontemporari oldu?

Kontemporari ifadesi İngilizce’den ‘çağdaş’ olarak çevirebileceğimiz ‘contemporary’ kelimesinden mülhem. İbrahim Efendi bir geleneği yaşatmış ve bu kelimeyi okunduğu gibi yazmış. Kendisi zaman ve mekan mefhumlarını pek de önemsemeyen bir şahsiyet. Mitolojik dönemden tarihi döneme, destanlardan trajedilere, kibar çevrelerinden batakhanelere, bozkırlardan çöllere, reislikten fedailiğe, hasılı geçmişten günümüze uzanan efsanevi bir hayat yaşamış. Yerini ve zamanını yadırgamamış. Bu da onu her çağın çağdaşı yapıyor.

l Kitabın giriş kapısı hangi öyküydü ve sonra olaylar nasıl gelişti?

Kitabın giriş kapısı aslında bu kitapta yer almayan bir öyküydü. Bir yurtdışı seyahatinden döndüğümde Lacivert dergisi editörü Meryem İlayda Atlas benden bir gezi yazısı yazmamı istedi. İnsanların birkaç gün ya da hafta kaldıkları memleketler hakkında ahkam kesmesini yanlış bulduğum için bu işi Kontemporari’ye havale ettim. Okurlarda alaka uyandırınca yazıların arkası geldi. Zamanla İbrahim Efendi kendi şahsiyetini inşa etti.      

l Sokrates’in horozu, Zeus’un düğününde içmekten gözleri moraran davetlilerin nefsini işret alemine kaptırıp kendini tanrı ilan etmeye başlamasıyla mitolojinin doğuşu, İbrahim Efendi’nin parlak gençleri üniversiteye eliyle yerleştirmesi ve sonra hepsinin dünyanın sayılı alimlerinden olması, İbn-i Batuta’yı yanına çağırıp başka memleketlerde neler olduğuyla ilgili araştırma yapması için görevlendirmesi... Gülme krizleri okumaya ara vermeyi zorunlu kılıyor. Yazım süreci de pek matematiksel bir ritimde ilerlemedi sanırım…

l Kitabı okuyan dostlarımız “Çok güldük” deyince mutlu oluyorum. Klasik anlamda mizah yazıları olmasalar da bu hikâyeler aslında insanları güldürmek, eğlendirmek için yazıldı. Sizin de tespit ettiğiniz gibi yazım sürecinin ritmi biraz bozuk. Bir günde üç hikaye yazdığım da oldu, üç ay boyunca yazmadığım da. Bu yüzden bir edebi eserde kusur olarak nitelendirilebilecek atlamalar, sıçramalar bolca mevcut.

l “Omuzlarım o kadar genişti ki Cebeli Tarık’ı geçerken takılmasın diye yan yan yüzmek zorunda kaldım” diyor, denize koyduğu işaretler de coğrafi keşifleri başlatıyor sonra... İbrahim Efendi yer yer “abartmıyorum” diyerek okuru teskin etme gayretinde lakin mübalağanın zirvesindeki bu yazımın ilham kaynaklarına takılıp kalıyor yine akıl.

Aslında bu ‘geniş omuzlar’ imgesini Erzurumlu Teo Pehlivan’dan ödünç aldım. Onun İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla ilgili böyle anlatımları vardır. Kitabı yazarken sözlü kültürden ve Doğu-Batı efsanelerinden yararlandım. Üslup olarak bizim klasiklerimizi örnek almaya çalıştım. Özellikle bu kitaplardaki eklektik anlatım biçimini... Evliya Çelebi’deki abartı, Binbir Gece Masalları ve Tuti-Name gibi eserlerdeki hayal dünyası bana ilham verdi. Amak-ı Hayal gibi kitaplarda rastladığımız sembolizm işimi kolaylaştırdı. 

l Bizim tragedya dediğimiz hikayelerin kahramanları ile hep bir arada yaşıyor. Doğunun ruhunu taşıyor. O ruhtaki merhametle yaşıyor. “Sevgili dostum” dedikleri çok... Peki, kimlere en çok kızıyor?

İbrahim Efendi aşırıciddi insanlardan pek haz etmiyor. Onlarla başıhoşdeğil. Çünkü ciddiyetin genellikle ahmaklığın maskelerinden biri olduğunu düşünüyor

l Yolculuğunu en cazip anlatımlarla süsleyen yan rollerdeki bu iz sürücünün tarih anlayışı hakkında ne söylemek istersiniz?

Kontemporari tarihin geçmişten ziyade gelecekle ilgili olduğunu düşünüyor. Tarihte kalmıyor fakat tarihe bigane de kalmıyor. İnsanların geçmişi nasıl bir gelecekte yaşamak istediklerine bağlı olarak tekrar tekrar kurguladıklarını biliyor ve kendisi de öyle yapıyor. Amacı ‘belki de böyle olmuştur’ duygusu uyandırmak. 

l İbn Rüşd ve Muhyiddin isimli gencin kitaptaki diyaloğu önemli... O sohbet, İbni Rüşd’ün “Evet”ine rağmen başlamıyor. “Hayır” diyor Arabi. O sırada tam olarak ne oluyor? İbrahim Efendi’yi heyecanlandıran bu “Hayır”ın sırrı nedir?

İki insan karşılıklı oturduklarında ve bunlardan biri biraz da uzatarak ‘eveeet’ dediğinde karşısındakinin de “Evet” diye mukabele etmesi ve sohbetin böyle başlaması beklenir. Fakat İbn Arabi “Hayır” der. Kontemporari İbrahim Efendi’ye göre bu kısacık konuşma tarihin dönüm noktalarından biridir. İbn Arabi, İbn Rüşd’ün temsil ettiği her şeye “Hayır” demiştir ve Endülüs’ü terk etmiştir. İbn Rüşd’ün talebesi Muhyiddin olmayı değil İbn Arabi olmayı tercih etmiştir. Kuzey Afrika’dan Şam’a, Hicaz’dan Anadolu’ya uzanan yatay ve dikey seyahati böyle başlamıştır. Sadrettin Konevi’ler, Mevlana’lar, Hacı Bektaş Veli’ler, Yunus’lar, hatta Selçuklular ve Osmanlılar bu “Hayır”dan doğmuştur.      

l Mitoloji, tarih edebiyat, heykel, resim, felsefe Kontemporari İbrahim Efendi’nin ana caddelerinde dolaştığı, mağaralarında inzivaya çekildi, üzerlerinde uçtuğu, uzun atlayışlar yaptığı disiplinlerden birkaçı... Onu yazmaya hangi yeni alanlarla devam edeceksiniz?

Bu kitap bir hikayeler koleksiyonu gibi oldu. Bir sonraki kitabın daha dar bir zaman diliminde geçen bir roman olması için çalışmalarımı sürdürüyorum. Bu yeni kitapta astrolojiye de yer vermeyi düşünüyorum.

Fazla içtik, mitoloji doğdu

“İçmekten gözlerimiz morarmıştı. Üzerinde bulunduğumuz ada, kocaman bir sandala dönüşmüş sallanıyordu. Bazen sandal su alıyor, deniz içimizde dalgalanıyordu. Mâlihulyâ kelimesini işte böyle bir ruh haylinde iken icat ettim. Nefsimizi işret alemlerine öylesine kaptırmışız ki bir süre sonra düğüne katılan herkes kendini, hâşâ, tanrı ilan etmeye başladı. Hikayeler uydurup tabiat olaylarını aralarında paylaştılar. Biri kendisini şimşek tanrısı ilan etti, öbürü rüzgar… Cemiyet içlerindeki gönül işlerini tanzim etmek için dahi bir post vardı fakat fakire bir vazife kalmadı.”

Heykeller de ona benzer...

“Olympos Dağı’ndaki mağaramın kapısına Latin harfleriyle kocaman “Çalmadan girilebilir, sormadan  oturabilirsiniz” yazdığım halde gelenim gidenim pek az olurdu. Ne de olsa yükseklerde yaşayanlar yalnızlığa mahkumdur. Gel zaman git zaman; zaman geliyor ve gidiyordu. Boş durmaktan hoşlanmadığım için kendimi sanata verdim. Mağaranın duvarlarına mutluluk, hüzün, acı, sevinç gibi duyguların resmini yapmaya başladım. Tam 99 resim çizdim. Dünyanın bu ilk galerisinde sergilenen hem de eşi benzeri olmayan resimlere ilk örnek anlamına gelecek şekilde ‘arketip’ adını verdim. Son resmi bitirip çekiç ile mırçı elimden bırakmış, tek parça tunik elbisemi çıkarıp yağmur sularını biriktirdiğim küvete girmeye hazırlanmıştım ki kapıda Eflatun Efendi ile Aristotales Beyler ve şürekası göründü. Beni öyle çırılçıplak görünce şaşkınlıktan donayazdılar. Yanlarında getirdikleri horoz ellerinden kurtulup mağaranın içinde oradan oraya zıplamaya başladı. O yüzyıllarda yapılan destan karakterlerinin heykellerinin bana benzemesinin nedeni de budur. “

Eflatun ve mağaramdaki gölgeler

“Konuklarımı eğlendirmek için ışık ve gölge oyunları tertip ettim. Yemekler yenmiş, meyler içilmiş, herkes bir köşeye çekilmişti. Ateşi harladım. Bazen tek elimi bazen de iki elimi birden kullanarak duvarlara kurt, tavşan, baykuş gibi hayvanları suret ve siluetlerini aksettirmeye başladım. Uzak Asya’dan getirdiğim atlas perdeyi çubuklara asarak ortaoyunları sergiledim. Özellikle Eflatun Efendi bu gösteriden çok etkilendi. Asırlar sonra Endülüs’te tesadüf ettiğim genç bir hekim bana Eflatun’un mağara ve gölgeler hakkındaki nazariyesinden haberdar olup olmadığımı sorduğunda bu alakanın sebebini anladım.”