24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Akademik tarihçilik mi, popüler malûmatfuruşluk mu?

Halil İnalcık’a Armağan serisinin IV. kitabı yukarıdaki soruya “akademik tarihçilik” cevabıyla kitapçı raflarındaki yerini aldı.

MELİS GÖNENÇ23 Mart 2018 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Akademik tarihçilik mi, popüler malûmatfuruşluk mu?

Halil İnalcık Armağanı IV. kitap da Doğu Batı yayınlarından çıktı. 12 yazarın yer aldığı kitabın editörlüğünü, III. kitapta olduğu gibi Ahmet Özcan yapmış. Değişik konulardaki makaleleri toplayan kitaba yazdığı önsözde, Özcan çok önemli bir noktaya parmak basıyor: "Popülizmle sınav edilen tarihçinin ilgisi, televizyon programlarının, aktüel olayların ve politik hayatın provoke ediciliğinin tehdidi altındadır.” (7) Çok yerinde bir saptama. Kitabın hazırlanışında kullanılan pusulayı göstermesi açısından da anlamlı. Oysa, günümüzde geçişkenlikleri artmış görünen akademik tarihçilik ile popüler tarihçilik arasında önemli farklar vardır. Akademik formasyon öncelikle yöntem kaygılı, sahne ışıklarından uzak, birinci el kaynaklara dayalı sistematik ve sabırlı bir araştırmayı gerektirir. Popüler formasyon ise malûmatfuruşluğa eğilimli, vitrin- ekran müdavimliğinden beslenen, sentetik kaynak kullanımlı bir tarzdır. Ülkemizde, maalesef, 1933 Üniversite Reformu’ndan bu yana, “akademia”nın en hissedilir dibe vuruş dönemi yaşandığı için, akademik ünvanlı birçok popüler isim asla hak etmedikleri “tarihçi” sıfatıyla her gün karşımıza çıkmaktalar.

Özcan’ın, kitaptaki yazarları, bu açıdan, “bilim adamı tecessüsüyle çalışmaya devam eden arkadaşlar” olarak tanımlaması doğru ve yerinde görünüyor.

Osmanlı döneminde misyoner hekimlik

Özlem Kutkan, Amerikalı misyoner hekim David N. Nutting’in 20 yıllık Osmanlı dönemine (1854-1875) göz atmış. BOARD arşivleriyle desteklenen tatminkâr kaynak kullanımı hem metni renklendirmiş, hem de bölgenin sağlık ve zihniyet koşullarını görünür kılmış.

Diyarbakır’a gelen Dr. Nutting, hasta olan Paşa’yı tedavi amacıyla evine gittiğinde, “hastanın yanına çağrılan bir dervişin Kuran-ı Kerim’den seçtiği iki cümleyi bir kâse suya koyduğunu ve Paşa’ya zaman zaman bu sudan içirildiğini görür.” (14) “Sıklıkla günde 100 kadar hastaya bakan Nutting, kısa sürede, yazdığı reçetelerin yutulmak için olmadığını açıklamak zorunda olduğunu anlar.” (15)

Bölge insanının özellikle İngiliz ve Amerikalı hekimleri güvenilir bulması, yaygın sıtma vakaları, Diyarbakır surlarının yarattığı sağlıksız ortam (19), misyoner hekimlerden bazılarının kazanç peşine düşmeleri (23), Urfa Protestan cemaatinde teolojik bölünme (25), Halep’te Evanjelizmin yayılması için hekim yetiştirme kararı; öğrencilerin ise, Diyarbakır, Urfa, Siverek, Adıyaman, Kilis’teki gençlerden seçilmeleri (27)…

Yazarın, Nutting’in raporlarında yer almaması düşünülemeyecek olan, bölgenin demografik ve sosyo-kültürel yapısı ile misyonerlik faaliyetlerine dair ilginç ayrıntılara daha fazla yer vermemiş olması, tadı damağımızda kalan makalenin biraz boynu bükük durmasına yol açıyor gibi.

Fatih Durgun’un, Walsingham ve Usk kroniklerinde IV. Henry’nin meşruiyet sorununu ele alan incelemesi, doktora tezinden bir bölüm. Bizim tarihçilerimizin Türk-İslam coğrafyası dışında at koşturdukları pek nadirdir. Böyle olduğunda da bizimle ilişki bağlamında inceleme yaparlar. Oysa bizsiz alanlara açılmak, tüketim alanı sınırlı olmakla birlikte akademik derinlik ve iddia için son derece anlamlıdır. Durgun’u kutlamak gerekir.

Aynı şekilde, Mustafa Tanrıverdi’nin Rusya’daki köylülerin hukuki statülerinin evrimine dair çalışmasının da biraz fazla deskriptif olmakla beraber, benzer kaygılar taşıdığı düşünülebilir.

Hasan Hüseyin Güneş, Kudüs’ün en gelişkin ve önemli vakıflarından Halilurrahman Vakfı’nda, 16. yüzyıldan itibaren başlayan bozulmayı ele alıyor: "Söz konusu bozulmalar öyle bir safhaya varmıştır ki, adam öldürme, insanları köle olarak satma, eşkıyalık yapma gibi olaylara rastlanıyordu. Vakıf etrafında ortaya çıkan bu tür eşkıyalık faaliyetleri vakıfları etkilemiş durumdaydı.’’ (57)

Bozulmanın mikro plandaki nedenlerini şeriyye sicilleri kullanımı ile gerçekçi verilere dayandıran Güneş’in, yaşanan yasadışılığa karşı merkezin “suhuleti” tercih eden bir yolu öncelediğine işaret etmesi ayrı bir önemde görünüyor. (65)

Rüstem Paşa’ya yakın mercek

Zahit Atçıl, Rüstem Paşa’yı incelediği yazısında, Venedik Balyos raporlarını kullanmasıyla dikkat çekiyor. Boşluğu önemli ölçüde hissedilen tarihsel kaynakların başında söz konusu Balyos raporları vardır.

“İltizamın alanının tımarın aleyhine genişlemesi”nin bir bozulmanın işareti sayılamayacağı (83), Rüstem Paşa’nın kurumsallaştırdığı rüşvetin, “haksız mal kazanmadan ziyade, yapılan hizmetin karşılığını alma” olduğu (85), Paşa’nın ‘’erken modern bürokratik devlet yapısına geçişi hızlandırdığı (87) tespitleri oldukça tartışılır olmalarına rağmen, karşı-unsurları da yazısında barındırması bilimsel kaygı taşıdığının güzel bir örneği olarak değerlendirilmeli.

Macar tarihçi Szaboles Hadnagy’nin 1658 Erdel Seferi’ni masaya yatırdığı yazısı, geniş arşiv kullanımı ve dikkatli analiziyle göz dolduruyor. Erdel zaferinin sanıldığının tersine, biraz da “tesadüfi” olduğunun tespitine yol açacak veriler sunması, ileri sürdüğü tezin hiç de yabana atılır olmadığının sağlam göstergesi sayılmalı.

Yunan “fustanella” filmlerindeki Türk karşıtı propaganda

Esra Özsüer’in son derece ilginç makalesi, Yunan “fustanella” filmlerindeki Türk karşıtı propagandayı ele alıyor. Özsüer konuyla ilgili Yunanca literatürden de beslendiği çalışmasında, Yunan bağımsızlığına giden 1821 İsyanı’nı konu alan filmlerin retrospektifini sunduğu gibi, özellikle Albaylar cuntası döneminde propaganda aracı olarak kullanılan bu filmlerdeki Türk imajıyla ilgili çarpıcı saptamalar yapıyor: "Bu filmlerde kullanılan “Düşman Türk” kavramı Türklerin yeniden Yunanistan’ı işgal etme korkusunu yaratma amaçlı değildi. Asıl amaç, Türk metaforunu kullanarak dış kaynaklı “düşman” algısını oluşturmaktır. Türk kadar tehlikeli düşman komünizmdir.” (127)

“Türkler… Yunan ulusunun güncel düşmanı olan komünizmin de temsili şeklindedir.” (132)

“Belirtilmesi gereken önemli bir husus filmlerdeki Türk imajının, edebiyat ve tarih metinlerinde geçen Türk imajına kıyasla daha olumlu sunulmasıdır.” (140)

“Eğer filmde hain bir Yunan karakter varsa, bu kişinin çoğu zaman filmin sonunda Türk ya da Çingene olduğu ortaya çıkar.” (151)

Erol Karcı’nın 1914-1915’teki Sivas vilayeti ile ilgili kapsayıcı çalışması ise, yerel tarih araştırmalarına tatminkâr bir örnek.

Osmanlı Devleti’nin eski eser politikası irdelenmiş

İdris Yücel ve Biray Çakmak’ın Osmanlı Devleti’nin eski eser politikasını irdeledikleri makaleleri deskriptif açıdan oldukça iyi çalışılmış. Ancak, özellikle Osman Hamdi Bey ile ilgili tespitlerinin en iyimser ifadeyle naif olduğunu da belirtmeli. 1884 Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin Osman Hamdi Bey tarafından hazırlanıp yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Oysa, Osman Hamdi Bey’in bu işten alnının akıyla çıktığını iddia etmek çok zordur. Almanların başta Bergama, bir dizi bölgeden yaptıkları kazılardan en önemli parçaları götürmeleri onun dönemindedir. Bu konuda, Yaşar Yılmaz’ın 2015’te çıkan “Anadolu’nun Gözyaşları” kitabında ayrıntılı bilgi vardır. Yazarların kaynakçalarında bu çalışma yer almadığı gibi, Fransız arşivlerinde Osman Hamdi dönemi ve uygulamalarıyla ilgili,hiç de Osman Hamdi lehinde olmayan ciddi belgelerin varlığından haberdar olmadıkları anlaşılıyor. Üstelik, kaleme aldıkları çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenen 113K671 nolu İngiliz ve Fransız Arşivleri ışığında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Arkeolojik Kazılar ve Tarihi Eser Kaçakçılığı (1843-1925) isimli proje kapsamında hazırlanmış.

Mustafa İnce gerçekten de ilgi çekici bir konuyu ele almış: Mısır’ın en eski gazetesi El-Ahram’ın kurucularından Grek Katolik Bişara Takla’nın II. Abdülhamit ile ilişkileri ve Osmanlı İmparatorluğu’na ait görüşleri.

Bişara Takla’nın Abdülhamit’e, Rumeli yerine Afrika’ya önem vermesi gerektiğine dair önerisi (323), Sultan’ın hafiyelik teklifini kabulü ki, bu göreve banisi Hidiv Abbas Hilmi Paşa’yı da jurnallemek dahildir. (325), Takla’ya örtülü ödenekten yapılan yardımlar (327,331), Rumeli Beylerbeyi yapılmasına İngiliz tepkisi önemli ve anlamlı bilgiler. Ancak, İnce’nin Takla’nın hafiyelik görevini ne ölçüde yerine getirdiğine dair tatminkâr veriler sunduğunu söylemek kolay görünmüyor. Öte yandan, Takla’nın Osmanlıcılığa bağlılığına vurgu yapan yazarın bu görüşünü seyreltecek verilere de makalesinde yer verdiğini belirtmeli. (335)

Takla’nın öncelikle bir İngiliz karşıtı, Fransız muhibbi olduğunu unutmamalı. Tabii, kendini “Doğulu” olarak tanımlayan Takla’nın, “Doğululuk” ve “Osmanlılık” ı eşanlamlı gördüğünü ima etmek de saflık olur. Takla’dan bir tür Şemsettin Sami çıkarmak kolay değil.

İnce’nin keşke Mısır, Fransız ve İngiliz arşivlerinde Takla kardeşlere ait değerlendirme ve verilere bir göz atma imkânı olsaydı, muhtemelen çok daha şaşırtıcı sonuçlara ulaşabilirdi. İleride bu konuyu derinleştirmesi tarihçiliğimiz için büyük kazanç olur.

Jurnal defterlerinin içeriği

Yunus Emre Çakır’ın “jurnal defterleri” ile ilgili yazısı, analitik anlamda oldukça kılçıklı, dolayısıyla da çok az incelenmiş, cesaret gerektiren bir konuyu ele alıyor.

Sözü edilen defterlerin arşivlerimizdeki tasnifi tamamlanmadığı için yeterince incelenip genel sonuçlar edinilememiş bir konuda, yazarın oldukça temkinli ifade ve yaklaşımları bilimsel duyarlılığı açısından güvence sayılmalı. (372)

Jurnal defterlerinin içeriği, şu ana kadar bu konuda yapılan çalışmaların dökümü ve ilgili dönemin genel özelliklerini ele alan çalışmanın ana fikri, jurnal defteri uygulamasının “Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde, modernleşme paradigmalarının açıklamalarıyla uyumlu olarak, gözetleme teknikleri dahilinde kayıt tutma mekanizmaları geliştirmeye başladığı” yönünde. (372) Bu iddiasını desteklemek için Çakır, Foucault’ya başvuruyor: ‘’Foucault’ya göre, modern toplumların özelliklerinden biri iktidar teknolojilerinin dönüşümü ve güvenlik düzenekleri tekniklerinin yerleşmesidir. Bu açıdan yorumlandığında memleket genelinde devlet otoritesinin adeta gözü kulağı olacak jurnal kâtiplerinin görevlendirilmesi ve bu memurların tanzim ettiği defterler ile taşradan merkeze bilgi akışının belirli prosedürlere bağlanması iktidar teknolojilerinin ve güvenlik düzeneklerinin bir tür değişimi olarak değerlendirilebilir.” (345)

II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızla yayılan ve günümüzde başat hale gelen Annales/ Sosyal Tarih ekolünün ulaştığı son nokta, tarih disiplininin sosyolojize edilmesidir. Bunun masum, hele gerçekçi bir yaklaşım olmadığını belirtip geçelim. Çakır’ın yaslandığı teorik model bu olunca kavram alanı da sosyolojiden besleniyor. Oysa, “sosyal kontrol”, “güvenlik mekanizmaları”, “güvenlik düzenekleri”, “gözetleme”, “kayıt tutma”, “bilginin işlenmesi” gibi kavram ve ifadelerin oluşturduğu semantik alan, tarih metodolojisinin gerektirdiğine yabancıdır. Yöntemler ve kavramlar arasında sıkı bir ilişki vardır. Tarih ile sosyoloji yöntem olarak farklılaştıkları için, kavram geçişkenliği konusunda aşırı hassas olunmalıdır. Örneğin, tarihsel doğruluğunun tartışmaya açık olduğunu belirtmekle beraber, men-i mürûr/mürur tezkeresi uygulamasını Kavalalı olayıyla ilişkilendiren Ahmet Yüksel’in yaklaşımı, tarih metodolojisi açısından daha isabetlidir. (359)

Ancak, Çakır’ın bilimsel duyarlık yöneliminden övgüyle söz edilmeli: “Fakat böyle bir iddiada bulunabilmek için daha titiz ve derinlemesine incelemelere muhtaç olunduğu muhakkaktır.” (372)

Jurnal defterlerinin yerel tarih çalışmalarına yapacağı katkı konusundaki tespitine katılmamak ise mümkün değil. (373)

Kendisinden bu konunun peşini bırakmaması, zor ama prestijli böyle bir konuda derinleşmesini beklemek hakkımızdır.

Halil İnalcık Armağanı IV, Tarih Araştırmaları, Editör: Ahmet Özcan, Doğu Batı Yayınları, 2017, (380 s.)