20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Zor yazılar: Suriye ve Filistin Mektupları

Yusuf Akçura’nın 'Suriye ve Filistin Mektupları' Ötüken Neşriyat tarafından yayınlandı.

MELİS GÖNENÇ15 Şubat 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Zor yazılar: Suriye ve Filistin Mektupları

Ötüken Neşriyat, Yusuf Akçura’nın bütün eserlerini yayınlama kararının ardından, şüphesiz ki, serinin en çok beklenen, belki de boşluğu en fazla hissedilen gazete makalelerine de el atmış durumda. İlk iki kitap, Suriye ve Filistin Mektupları ile Darülhilafet Mektupları adlarıyla yayımlandı.

İsmail Türkoğlu tarafından, Türk Tarih Kurumu’nun maddi desteğiyle gerçekleştirilen bu derleme, oldukça maceralı ve meşakkatli bir uğraşın sonunda gün yüzüne çıkabilmiş. Akçura’nın 1913’deki Hicaz yolculuğundan Orenburg’da çıkmakta olan Vakit gazetesine gönderdiği bu mektuplar, gazetenin nisan ve ekim ayları arasındaki çeşitli sayılarında yer alıyor. Türkoğlu, metinleri Latin alfabesine aktarmakla kalmamış, Tatarcadan adeta çevirmiş. Böylece, kitabı geniş bir okur kitlesinin kullanımına da sunabilmiş. Öte yandan, yerinde ve gerekli dipnotlarla metnin tüketilebilirliğinin daha da arttığı söylenmeli.

Mektuplar, Y. Akçura ile ilgili birbirini tekrar eden, artık klişeleşmiş, bir deri bir kemik şablonların panzehiri adeta. Kitapta toplanan otuz mektupta Akçura’nın gözünden Beyrut, Yafa-Telaviv ve Kudüs izleniyor.

Hemen her konuda daha az doktriner, daha çok pragmatik bir Akçura ile karşılaşıyoruz. Zaten Suriye-Filistin coğrafyası da işi oldukça kolaylaştırıyor. Arap “ıslahatçı” hareketi (Arap milliyetçiliği) ile Siyonizm odaklı gözlem ve düşünceleri çok geniş bir yelpazeyi açmasına vesile oluyor: Eğitim, din, Osmanlı’nın zaafları, İttihat ve Terakki, basın, kendi kişiliğine dair ipuçları vb. Tüm bunlar, kâh keskin gazeteci söylemi, kâh edebi lezzetli anlatım, kâh bilimsel edalı görünüm ile zenginleşen bir üslûbun konuları oluyor.

Suriye ve Filistin’e seyahatini enfes bir tespitle gerekçelendiriyor: “Gazete muhabirleri ile mikropların tabiatı birdir: Nerede hastalık olsa, şu tarafa toplanıyorlar, yürüyorlar.” (18)

Hastalık ne mi? Arap ve hemen yanı başındaki Yahudi milliyetçilikleri. “Osmanlı Türkleri Rumeli’nde sıkıştırıldıktan sonra, Suriye’de siyasi hareketler şiddetlendi” (18) saptamasıyla başlayan neden-sonuç zinciri, ilerleyen sayfalarda çok daha kapsamlı ve derin bir açılıma, Osmanlı idaresinin bölgedeki yetersizliğine evriliyor:

Asıl sebep Osmanlı hükümetinin şimdiye kadar bir-iki asker ve at alıp, memleketin, halkın faydası için hiçbir iş yapmaması olmuş. Hükümetin faydasızlığından değil, zarar vermesinden, zulmünden, Müslüman halkın çoğu şikâyet ediyorlar.” (41)

Okullarda Osmanlı tarihinin doğru dürüst okutulamaması (56), Türkçe öğretilememesi (44,45), İstanbul basınının ilgisizliği (37), umutlar yaratan ittihatçılığın tamamen bitmiş olması (40), gazete haberlerinin yalnızca yabancı ajanslardan alınıyor oluşu (58), merkez ile ticari ilişkinin çok az oluşu (71), deniz ulaşımının bile yabancı gemilerle sağlanıyor olması (18), tam bir para anarşisinin varlığı; en az kullanılanın Türk parası olması (62,136), Türkçe bilmeyen Osmanlı komiserleri (195), “çoğu tembel, bilgisiz, iktidarsız, idealsiz, ahmak, ahlaksız, sarhoş Osmanlı memurları” (196)… Liste uzayıp gidiyor.

Oldukça modern bir milliyetçilik tanımı ardından  -“Ben milliyetçiyim, her milletin elinden geldiği kadar olsa da mükemmelleşmesini, beşeriyatın umumi terakkisi için faydalı olarak düşünüyorum. Her millet millet halinde terakkisinin son çizgisine gitmeye kadar hak sahibidir.”- Arapların “ıslahat” taleplerini haklı buluyor. (48) Ancak bu taleplerini gerçekleştirecek ne “silahlı” kuvvete, ne de “ilim ve medeniyet” kuvvetine şimdilik sahip olmadıklarını, bu güce ancak yabancıların desteğiyle ulaşabileceklerini belirterek, tarihsel bir tuzağa işaret etmeyi de unutmuyor: “Yabancıların yardımı karşılıksız olmaz, onlar sonunda çok büyük iş hakkı isterler.” (49)

Akçura’da gerçekçilik ve karamsarlık neredeyse eşanlamlı. Islahatın yapılması durumunda “Suriyelilerin müslimi de gayrimüslimi de, köylüsü de, şehirlisi de, yabancıların vaat ettiklerini istemeyecek; Osmanlı kalacak…” (41) Ancak bu yönde bir siyasal evrim olasılığına dair hiç de iyimser görünmüyor. Islahat taleplerini “ecnebi parmağı” ile suçlamanın kolaycılık olduğunu, Osmanlı hükümetinin kötü idaresinin yabancı müdahalesine elverişli zemin yarattığını söylerken, kötü idareyi de içeriklendiriyor: “Osmanlı devleti bu Avrupa müesseseleri ile yarışacak mektepler, hastaneler yapamadığı gibi, olağan işlerde, meselâ vergi alma, dava bakma, hüküm verme gibi işlerde dahi adalet gösteremiyor. “ (61) Ona göre, yabancıların esas etkisi “talim ve şefkat yurtları” (mektep, dârülfünun, hastane, yetimhane vb.) açmalarındadır. (60) Böylece, Akçura düşüncesinin ana ayaklarından olan eğitim konusuna geliyoruz.

Beyrut Amerikan Koleji örneği üzerinden, Anglo-sakson kültürüne çok yatkın bir Akçura keşfediyoruz: “İngiliz ve Amerikalılar mekteplerini hayattan ayırmamaya çalışıyorlar; bu onların pedagojisinin de esası. İngiliz ve Amerikan mekteplerinde talebe hayata başladıktan sonra, göreceğinden başka türlü ömür sürmüyor. Fransızlarda, Osmanlılarda olduğu gibi mektep bir kışla, şakirtler bir bölük asker değil.” (25) Bu protestan kolejinde 12 Tatar öğrenci -iki de Osmanlı Türkü- olduğunu öğrenince üzülür, bu sayının 120 olmamasına hayıflanarak, Tatar öğrencilerin Amerika’ya gitme arzularını çok olumlu bulur. (26)O yıllarda yüksek öğrenim için ABD seçeneğinin nadirattan olduğu açıktır.

Akçura’nın Protestanlık konusundaki düşünceleri de gayet olumlu: “Beyrut’ta Hıristiyanlık İslâm’a galip, Hıristiyanlığın en canlı, en müterakki mezhebi Protestanlık. Gittikçe yayılıyor. Protestanlar Hıristiyanlığı gerçekten ıslah etmişler, aklın almayacağı şeylerden arındırmışlar.” (32) “Protestanlık halka dış görünüşten ziyade özellikle içten, gönülden tesir etmeye çalışıyor; okumaya, okutmaya, mekteplere çok ehemmiyet veriyorlar. Protestanlık ruhbanlığı, Allah ile insan arasındaki imtiyazlı bir sınıfı bitirmeye doğru gidiyor” (32) “Luter, Calvin gibi imanlı ve kahraman kişiler…” (34)

Prens Selahattin’in altına kolayca imzasını koyabileceği bu yargılar tesadüfî değil. Beyrut’ta ziyaret ettiği ve “gerçek manasıyla milli ve milliyetçi’’ Külliyetü’l Osmaniyetü’l İslamiye lisesinin ruhu olan müdür doktor Beşir Bey el-Kassar’ı İsmail Gaspıralı’ya benzetir. “Her şeyi talim ve terbiyeden bekliyorum” diyen müdürün “idealist” olarak güzel bir portresini çizer. Ardından da: “onun çabasının gün geçtikçe Türklerin zararına olacağını düşündüğüm halde, yine ona karşı derin ve samimi hürmet, muhabbet duydum.” der. (51) Okuldaki “anglo-sakson usûlü” ne vurgu yapmayı da ihmal etmez. (53)

Akçura’nın liberal anglo-sakson sempatisi Beyrut’ta Osmanlı idaresine ait Darülmuallimin’i ziyaretinde de ortaya çıkıyor. Okulun berbat halini, ipekçilik talimhanesi sorumlusu Asım Efendi’nin “medeni” atölyesi nispeten gölgeliyor: (67)”… İşin paradan falandan ziyade insana bağlı olduğu çok açık görülüyor. Sevip, isteyip çalışanlar, mutlak muvaffık olurlar. Sadece bu gibi kişileri bulmak lâzım.” (68)Bireysel girişime özel hassasiyeti açıkça görülüyor.

Akçura, günümüzde “sivil toplum” adıyla anılan girişimlere de göz kırpıyor: “Türklerin ve Arapların anlaşmaları gerekir. Hem bu konuda Osmanlı hükümetinin tedbirlerini beklemek yetmiyor.  Türkler, Araplar milletçe kımıldanıp kendi aralarında yakınlaşma, anlaşma çarelerini izlemeleri gerekir.” (73) Bunun yolunun da hükümet dışı çeşitli komiteler kurmak olduğunu söyleyerek, İngiliz ve Almanları örnek gösterir. Osmanlı’nın şiddet kullanmasının artık geçerli bir yol olmadığını da vurgular. (74-75)

Akçura’nın bu yaklaşımının öncelikle “eğitim” konusundaki ileri duyarlılığından mı, ittihat ve Terakki yönetimine dair hayal kırıklığından mı, yoksa Rusya’daki koşullardan mı kaynaklandığı ciddi bir tartışma konusu sayılmalıdır.

Kitabı ilginç kılan bir diğer husus, “Türkçü” Akçura’nın, Avusturya-Macaristan imparatorluğu ile ilgili yargıları. Beyrut’tan Yafa’ya giden Avusturya gemisinin kaptanının Almanca bilmeyen Avusturya vatandaşı bir İtalyan olduğunu öğrenince çok şaşırır. Kaptanın, “Milliyet kavgalarının çok arttığı bu zamanda Avusturya’nın türlü milletleri hâkimiyeti altında tutmasında, milletlerin medeni terakkilerine ters düşmemesi, gereksiz baskılarla onları yorup bezdirmemesi çok yardım etmektedir.” (89) söylemi, gemide çalışanların çoğunun İtalyan ve Slav olduğunu ve sözü edilen politika sayesinde hepsinin kendini önce “Avusturyalı” olarak tanımladıklarına dair ifadesinden çok etkilenir: “Önceden de birkaç kez yazdım, benim kati imanım şu ki, az çok medeniyet sahibi olan türlü kavimlere hâkim hükümetler için, bugünden sonra Avusturya’nın tuttuğu siyasetten başkası faydalı neticeler veremeyecektir.” (89)

Liberal bir politika ile Osmanlıcılık önerisi mi? Belki; ama şu saptamayı doğru bağlama oturtmak koşuluyla: (Kudüs’ü kastederek)“Bu kadar dil, kanun, adet, para çeşitliliği sadece temelsiz liberal Türk idaresinde doğup büyüyebilir.”(136)

Yahudiler ve Siyonizm konusu doğal olarak kitapta önemli bir yer işgal ediyor. Yahudilere karşı güçlü antipatisini gizlemiyor. (95) Fakat çok da toptancı olmadığı “Kafkasya Yahudisi”ni farklılaştırmasından anlaşılıyor. (101) Siyonizm ile ilgili ilk önemli tespiti, Sadrazam Hakkı Paşa örneğinde, Osmanlı yönetiminin bu konudaki bilgisiz ve ilgisiz tavrı. (102) Hatta,Kamil Paşa kabinesinin dahiliye nazırı Ahmet Reşit Bey gibi, para karşılığı siyonistlerle işbirliği yapanlar da yok değil. (201)Yahudi lisesini-ki Osmanlı memurlarının burnunun dibinde Sultan’ın resmi Herzl’inkinin altına konmuştur(116)-,Telaviv’deki yerleşimi, siyonistlerin idealist angajmanlarını, toprak alımlarını vb. değerlendirerek, “Siyonizm, Yahudi devleti neden hayal-i ham olsun? Doğru, Hıristiyanlar bakımından, Avrupa devletleri bakımından türlü maniler olabilir, fakat kendi kendine sahip olan bir halk o manileri her zaman aşar…” sonucuna ulaşıp, Herzl’in “eğer Yahudiler isteseler, o bir masal değil!” sözüne katılır. (123)

Arap milliyetçiliği ile Yahudi milliyetçiliğinin itiş kakışını ‘’bizim Türkler için ha Hoca Ali, ha Ali Hoca!” şeklinde kaydedişi (112), ”real politik’’refleksi kadar, karamsar gerçekçiliğinin de sonucu sayılmalıdır.

Şaşırtıcı olan ise, Polonya Yahudilerini Seferad, İspanya’dan gelenleri ise Aşkenaz olarak adlandırması. (168)

Ya din?

Din ıslahatının medeni, milli varlığı korumanın koşullarından biri olduğuna işaretle, “dini ıslahatın kuvvetlenen milliyet ile birleşmesinden din-i milli çıkar” der. (35-36) Hemen ardından ise, “din-i İslam bence milliyet fikirlerinden yukarı, âlidir. Arap genci islamı Yahudilik gibi din-i milli diye düşünür, ben umumî, şer’i bir din diye anlıyorum.” (47)

Dini yaymanın en iyi yolunun ise, şiir ve musiki olduğunu belirtirken, “iman kalpte olur, din kalbe koyulur, kalbin dış dünya ile münasebetinde vasıta mantık ve muhakeme değil, güzel sanatlardır” der. Bu gerçeği, zamanımızda en iyi anlayanların Protestanlar olduğunu, ibadet, vaaz ve irşadlarının şiir ve müzikten ibaret bulunduğunu söylemeden geçmez. (174)

Mescidü’l Aksa’daki Cuma namazına gidip hutbeyi dinledikten sonra, “o zamana kadar dinlediğim dini hutbelerin dış bakımından en iyisi idi. İstanbul hatipleri gibi anlamadıkları sözleri ezberden söylemedi… Ben buradaki Cuma namazını İstanbul’dakilerden de, bizim Rusya’dakilerden de çok canlı, ruhlu ve gönüllü buldum” diyecektir. (163)

Ve “halkçı” Akçura’dan yine ilginç bir çıkış: “Biliyorum, zamanımızın demokratları asilzadelere düşmandırlar… Ben kendim demokratlığa meyilliyim… Ama haseb ve neseb sahiplerinin kendilerine mahsus hususiyetlerini de inkâr etmek mümkün değil, asilzadeler, türedilerden, mantar gibi ortaya çıkan kişilerden ekseriyet ahlakça yukarı oluyorlar.” (187)

Tarihçi Akçura sosyolog olarak da yabana atılamaz: “Parlak isimleri, dıştan parlak görünmekte olan eşyaları sevme Araplarda, Acemlerden çok olsa da, Osmanlı Türklerinden fazla olmaz.” (58)

Zor bir coğrafyadan zor yazılar.

Suriye Filistin Mektupları, Yusuf Akçura, Haz: İsmail Türkoğlu, Ötüken Neşriyat, 2017, (207 s.)