24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Alman gibi düşünüp Türk gibi hissetti

Mesut Özil, çocukluktan itibaren ayrımcılığa maruz kaldı. Ancak bu durumları asla mağduriyet olarak görmedi, engelleri aşıp yoluna devam etti. Özil, yaşadıklarına rağmen Alman toplumuna entegrasyon sağlasa da Almanya’daki ırkçılar onu bir türlü kabullenemedi. Zira Mesut Özil’in varlığı İslam’ın artık Almanya’nın bir parçası olduğunun deliliydi.

GÜLCAN TEZCAN 29 Temmuz 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Alman gibi düşünüp Türk gibi hissetti

Simon Kuper’in “Futbol sadece futbol değildir” sözü bugünlerde Mesut Özil olayıyla bir kez daha doğrulandı. Özil’in Alman Milli Takımı’ndan ayrılma kararı sıradan bir durum değildi zira. Futbol dünyasında yaşanan bu gelişme Avrupa’nın göçmen politikaları, ırkçılığın vardığı boyutu adeta bir katalizör gibi açığa çıkardı. 

Başarılı futbol kariyerine rağmen Özil’in kimliği başlangıcından itibaren birtakım çevreler için rahatsızlık vericiydi aslında. Mesut Özil, hayatını anlattığı Futbolun Büyüsü adlı kitabında çocukluktan itibaren maruz kaldığı durumları asla bir mağduriyet dili kullanmadan ama bütün netliği ile paylaşıyor. Almanya’daki Türk diasporasında benzerine çok rastlanan bir hikâyenin kahramanı genç futbolcu. Tek farkı sahip olduğu üstün yeteneği ile yıldızlaşması ve spor dünyasının ondaki bu yeteneğe kayıtsız kalamayışı.

MAYMUN KAFESİNİ UNUTMADI

Almanya Milli Takımı’nın 2018 Dünya Kupası’ndaki başarısızlığı sonrası ‘günah keçisi’ ilan edilen yıldız futbolcu, “Kazanınca Alman, kaybedince göçmen. Artık yeter! Irkçılık ve saygısızlık hissettiğim için artık Almanya forması giymeyeceğim” cümleleri ile Avrupa’nın ırkçılığına esaslı bir gol attı.  

Zonguldak’ta maden işçisi iki arkadaş, 1960’larda daha iyi bir hayat umuduyla Almanya’ya işçi olarak gelmişti. Onların çocukları evlendi ve Mesut Özil o iki arkadaşın torunu olarak dünyaya gözlerini açtı. Bütün gurbetçiler gibi bir gün Türkiye’ye dönecekleri hayaline sahip olan aile kendileri gibi göçmenlerin bulunduğu bir banliyöde yaşadı yıllarca. 

Ailesinin ne kadar ağır şartlarda çalıştıklarına şahit olarak büyüyen Özil, annesinin binbir zahmetle aldığı bisikletinin üzerine titredi. Bisikleti çalınmasın diye her akşam bütün korkusuna rağmen apartmanın farelerce işgal edilen bodrumuna bıraktı. Futbola başladığında evlerinin kırık camlarından utandığı için bir sokak yukarıda indi servisten. Buna rağmen yoksul ama mutlu bir çocukluk anlattığı. Gelsenkirchen’de top oynadığı ve maymun kafesi adını verdikleri toprak sahayı, sekiz yaşında doğum günü hediyesi olarak alınan meşin topunu, ayağını kavramayan, delikli ayakkabılarla top oynarken ilk kez 12 yaşında sahip olabildiği Nike ayakkabılarını da hiç unutmadı. Aile içinde kendi kültürünü ve inancını öğrenen Özil, göçmenlerin yaşadığı bir muhitte büyüdüğü için ilkokula başlayana kadar Almanca öğrenemedi. 

TÜRK MÜSÜN ALMAN MI?

Ona ‘Kazanınca Alman kaybedince göçmenim’ dedirten yaşadıklarının bir sonucu aslında. Futbol kariyerinin düz bir hat üzerinde ilerlemeyişinin kökeniyle de ilgisi olduğunu düşünen Özil’in başarılı bir yıldız olacağını görenler de çıktı ‘Sadece nüfus kağıdında Alman’ diyenler de. Daha on iki yaşlarındayken yabancı düşmanlığına maruz kalan Özil, defalarca deneme antremanlarına katıldığı halde genç takımlarına alınmadı. Hep ondan iyi olmayan ama ismi Matthias veya Michael olan çocukların seçilmesine bir anlam veremedi uzun zaman.

Ama bütün bunlar yolundan alıkoymadı onu. Çocukken futboldan para kazanıldığının farkında değildi mesela. “Akademide oynarken, futboldan para kazanabileceğimi bilmiyordum. Başarılı olmak için top oynuyordum, para kazanmak için değil. Başarılı olup para kazanınca da aileme ve çevreme destek olmaya başladım. Bu da benim için yaşanabilecek en muhteşem duygulardan biri. Vermek, almaktan çok daha haz veren bir şey” diyor kitabında. Böyle baktığı için belki de Almanya’da beş defa yılın futbolcusu seçildi. 20 yaşındayken Alman Milli Takımı’nda oynamaya başladı. Ki bu durum da çok sert tepkilerle karşılandı. Oysa Özil, yaşadığı gerçekliğin farkında olarak vermişti bu kararı. Türkiye’ye, ailesine, inancına olan aidiyetini ötelemeden ve yok saymadan bir Alman vatandaşı olarak yaşamayı ve o takımda top koşturmayı seçmişti. Türkiye’de pek çok kişi bu kararından dolayı onu yargılarken Almanlar da milli maçlarda onların Milli marşını söylemediği için sert tepkiler verdi. Özil ise bildiğinden şaşmadı, Alman Milli Marşı okunurken her seferinde ellerini açıp takımının başarısı için dua etti. Türk müsün Alman mısın sorusunu bıktıracak kadar duysa da o her iki kimliği ile de barışık yaşamayı tercih etti. Bir sıkışmışlık yaşamak yerine gerektiğinde samimiyetle bir Müslüman gibi mazlumların yanında yer aldı, Hacca gidip ibadetini yaptı ama öte yandan Alman disiplini ile çalışmayı ihmal etmedi. 2013’te rekor bir transferle Arsenal’e geçti. 2014’te Alman Milli Takımı’yla Dünya Kupası’nı kaldırdı ve o yıl ‘Dünya Kupası’nın yıldızı’ olarak anıldı.

KABE FOTOĞRAFI AŞIRI SAĞCILARI KIZDIRDI 

2010 yılı Kasım ayında Berlin’deki Bambi Ödül Töreni’nde ödül almak için sahneye davet edilirken Almanya’yı Dünya Kupası yarı finaline taşıdığı için takdir cümleleri kurulmuştu.  Özil, sahneye geldiğinde “Entegrasyon demek bir bütünün parçası olmak demek. İnsanların birbirine değer vermesi ve özellikle de saygı göstermesi demek. Entegrasyon sayesinde ortaya yeni bir şey, daha renkli bir Almanya Cumhuriyeti çıkıyor” şeklinde bir teşekkür konuşması yapmıştı. Alman gibi düşünüp çalışan, Türk gibi hissettiğini söyleyen Özil buna samimiyetle inansa da Almanya’da yükselen ırkçılık ve İslamofobi taraftarları hiçbir zaman onunla aynı fikirde olmadı. 

2016 yılında yaptığı Umre ziyareti ve Kabe’nin önünde çektirdiği fotoğrafı twitterda paylaşması üzerine Almanya’daki Aşırı Sağcı Parti AFD Başkan Yardımcısı Gauland, bunun anti-vatansever bir sinyal olduğunu iddia etmişti. Gauland, Spiegel Dergisi’ne verdiği demeçte Özil’in bu seyahatini İslam’ı Almanya’nın bir parçası olarak görmeyen bir parti için çok tuhaf bulduğunu söylemiş, bununla da yetinmeyip “Mekke’ye giden biri için demokratik Almanya doğru yer midir?” sorusunu sormuştu. Özil ise “Bu fotoğrafla bir tartışma başlatmak istemedim. Kendime, inancımın bir norma uyup uymadığını da sormuyorum. O, yaşamımın bir parçası. Bana güç veriyor ve yol gösteriyor. İnancım, bana diğer insanlara, özellikle de benden daha az şeye sahipseler sevgi ve saygıyla yaklaşmayı öğretti. Seyahatim anlaşılmaya katkı sağladıysa bu beni sevindirir” diyerek politik hesapların dışında bir yaklaşımı olduğunu gösterdi. 

Batı’da top koşturan, Dünya Kupası’nın yıldızı olarak tanınan bir futbolcunun hem Türkiye’ye hem inancına olan aidiyetini gocunmadan, kompleks duymadan ifade etmesi, üstüne göçmenlere, mültecilere yaşam hakkı tanımayan Batı’nın aksine onlar için sorumluluk hissetmesi kabul edilebilir değildi elbette. Irkçılar bizi hiç şaşırtmadı ve Özil’e hakaretlerine devam etti. Özil ise kendisine, mayasına yakışır olanı yaptı, kimliğine, inancına saygı duymayanlara en net cevabı verdi.

‘SENİN KÜÇÜK HALİNİM’ 

Ürdün Prensi Ali bin Hüseyin’le dostluğu bulunan Özil, Prens’in daveti üzerine Kabe ziyareti öncesi Ürdün’deki bir mülteci kampına gitmiş, Suriye’deki savaştan kaçıp orada yaşamak zorunda kalan çocuklarla bir araya gelmişti. O ziyaretin hikâyesini de kitabında şu cümlelerle anlatıyor yetenekli sporcu: “Bana kalsa bu seyahati tamamen özel imkanlarımla ve basın olmadan yapardım. Fakat işin içinde Arsenal olduğu için ve Prens Ali, mülteci kampına yapacağım ziyaretin önemli bir mesaj olacağına inandığı için düşündüğüm gibi olmadı. Tabii, haksız da değildi. Bu yüzden birkaç fotoğrafımın çekilmesine izin verdim. Manşetlere çıkacak sözler söylemek istemiyordum, tek istediğim, zor zamanlar geçiren bu küçük çocuklara yardım etmekti. Fotoğraflarla konuya dikkat çekmekte sakınca görmedim. /.../ Arabadan indiğimde bir çocuk koşarak bana doğru geldi. On yaşlarındaydı. Üzerinde 10 numaralı ve üzerinde benim adım yazan bir Real Madrid forması. ‘Senin küçük hâlinim’ dedi bana gururla ve yanımdan hiç ayrılmadı. Elimi omzuna atınca bana sımsıkı sarıldı ve gülümsedi. ‘Hadi sana nerede futbol oynadığımızı göstereyim’ diye bağırdı. O ânı asla unutmayacağım. /.../ Bu çocuğun peşini hiçbir zaman bırakmayacak şeyler yaşadığını, aklına bir çok yetişkinin katlanamayacağı savaş sahnelerinin kazındığını biliyorum. Bu mini Mesut’un o zamana kadarki yaşamında gülecek pek fazla şeyi olmadı. Ama o gün gülerken otuz iki dişi birden gözüküyordu.”