24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Baba Bush’un FETÖ’ye yüklediği gizli misyon

Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve islamofobi rüzgarları altında yapılan seçimler yaşanırken, dünya ile hikayemizin dününe, bugününe belki biraz da yarınına baktık. Emekli diplomat Akın Özçer bize 15 Temmuz sonrası Batı’nın tavrını Erdoğan-Trump zirvesinden çıkan sonuçları yorumladı. Özçer çarpıcı bir iddiada bulundu: DEAŞ, YPG, FETÖ üçgeninde belki de amaç İslam’ın yok edilmesidir!

ZEYNEP TÜRKOĞLU21 Mayıs 2017 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Baba Bush’un FETÖ’ye yüklediği gizli misyon

Kitap bilgisiyle hayatın pratiği zaman zaman uyuşmaz. Bu bir yere kadar izah edilebilir. Ama eğer bu aralar uluslararası ilişkiler, diplomasi, demokrasi, insan hakkı, siyasi-askeri darbe, terör, savaş, doğru, gerçek gibi kelimelerin peşine düşerseniz, şimdiden bilin; onlar sözlük anlamından hayli uzağa düştü. Yeniden tanımlamak zor, çünkü bunu insanlığa teklif edenler bugün hayatın içindeki pratiğini sahiplenmek istemez. Pekiyi yeniden ‘konuşmaya’  nereden başlayacağız. Kafam karışık... Sorular dağ... Aynı kelimelere aynı anlamların yüklenmediği bu yeni durumda, üstelik komşuda savaş, bizde darbe girişimi sonrası yargı süreci, Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve islamofobi rüzgarları altında yapılan seçimler yaşanırken, dünya ile hikayemizin dününe, bugününe belki biraz da yarınına baktık. Emekli diplomat Akın Özçer ile birlikte...

Duyunca “Nasıl yani” dedim. Ama bu konuda tecrübeli, görmüş geçirmiş bir diplomat olarak sizin ne dediğiniz önemli. İsrail Konut ve İnşa Bakanı Yoav Galant, Kudüs’te yaptığı bir konuşmada Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esed’a suikast çağrısı yaptı. Tamam etkin olmayabilir ama dünyada sorun çözmenin yeni yöntemi bu olabilir mi?

Ben hayatım boyunca bir yabancı devlet adamının öldürülmesinden siyasetçilerin bahsetmesini hiç duymamıştım. Bu yeni döneme özgü bir şey olsa gerek. Tamamıyla suç niteliğinde. Bir de bunu bir bakanın söylemesi... Yoldan geçen biri değil. Son derece tuhaf geliyor yadırgıyorum. Böyle bir şeyin olacağını söyleselerdi, 30-40 önce inanamazdım.

Bahsettiğiniz günlerden bugüne nasıl bir değişimin içinden geçiyoruz?

Demokrasi, insan hakları... Avrupa Konseyi’nin misyonu buydu. İlk önce ‘siyasi kriterleri’ lafı yoktu, birkaç sene sonra Kopenhag Siyasi Kriterleri olarak ortaya çıktı. Konseyin geleceği tartışılırken, NATO’nun geleceği de tartışılmaya başlandı. Sovyetler dağılınca kutuplardan biri düşmüş oldu. Sonra o zamanlar pek ihtimal vermediğimiz bir şeydi belki ama ilk defa Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’nı duyduk. Baktık ki 11 Eylül’den sonra bunun adını ‘radikal islam’ diye koydular. Yeni düşman böyle çıktı. Terörle mücadele, ama asıl ‘radikal islamcı’ dedikleri bir şeyi dünya çapında hedef alarak...

NATO anlamsızlaşan varlığını devam ettirebilmek için yeni bir düşman mı icat etmiş oldu?

Geriye dönüp olaylara baktığımda öyle gibi geliyor. NATO’nun gelecekteki rolü diye, doksanlı yıllarda orada görev yapan arkadaşlar bu konulara çalıştılar. İçinde olmadığımdan detayını bilemiyorum. Ben Avrupa Konseyi’ne çalışıyordum. Yani illa bir düşman olmalı, iki taraf olmalı. Ama tabii öyle anlıyorum ki Sovyet blokunun dağılmasından sonra Türkiye’nin NATO içindeki rolü de değişmiş oldu. Yani yine geriye gidiyorum. Seksenlerde, yetmişlerde Türkiye için Amerika’nın jandarması deniliyordu. Buna bağlı olarak Türkiye’nin dış politikası ise bölgesel istikrarın ve statükonun korunması oluyordu. Bu esastı. Tabii ki toprak bütünlüğümüz için önemli bir husustu. Ama değişmeyen, iki kutuplu bir dünyada herhangi bir sorun çıktığında o, yönetilebiliyordu. İki kutuplu dengenin değişmesiyle beraber yaşananlar, dünyayı bu günlere getirdi. Bugünlerde Türkiye’nin o günlerde çok isteyerek girdiği NATO’nun içerisinde jeopolitik önemi de azaldı. Ama tabii George W. Bush tarafından ilan edilen İslam ile savaşın bazı şeyleri değiştirdiğini görüyoruz. Ya zaman içinde değişti veya daha evvel değiştirilen bir şeylere kılıf olarak kullanıldı. Tıpkı Irak’a girmek için kullanılan sebeplerdeki gibi geliyordu.

Türkiye öngörülebilir iki kutuplu düzenin ardından kendi çıkarlarını öncelediğini belirleyip buna uygun politikasını ürettiği için mi Batı ile ile problemler yaşıyor?

Tabii, Sovyet tehdidine karşı Batı’nın müttefiki ise her zaman dayanışma içinde oluyordu. Dolayısıyla çıkarlar örtüşüyordu. Hatta nüanslar olduğunda bile dayanışmadan çıkmayabiliyordu Türkiye. Belki müttefiklik hukukunun gereğini yapıyordu ama, karşı tarafın aynı şekilde davrandığını söyleyemeyiz. İşte Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasından sonra ‘radikal’ de demiş olsa Batı’nın İslam’ı hedefe koyması Türkiye’nin eksenini değiştirmiş oldu. Halkının çoğunluğu Müslüman bir ülke olduğuna göre... Düşman tek başına İslam denilmese de onun bir versiyonu olarak çıkarılıp “İşte bunlar teröristtir” denildi. Dolaylı olarak hedefe konulmuş oluyor. Türkiye’nin de iç politikasını bu konsepte göre şekillendirmesi beklendi belki. Müttefik kalmanın bir şartı olarak.

O zaman terörle mücadele diye paketlenen şeyin hedefi farklı mı?

Sadece terörle mücadele deseler, anlaşılır bir şey. Ama radikal İslam denilince başka bir şey oluyor. DEAŞ niye ön planda YPG ile mücadeleye oranla? Çünkü düşman o şekilde belirlenmiş. YPG’nin dayandığı tabanı düşman diye görmüyor. Tam tersine seküler olduğu için düşman değil müttefik sayıyor. Bence sorun orada. Ve baba Bush’la başladı. Oğul Bush adını koydu. Belki o zaman uyanmak gerekirdi buna. AK Parti’nin iktidara gelişi de aynı dönemdir. Belki FETÖ’nün varlığı da bu anlayışın Türkiye iç politikasına yönelik bir hareketi diye düşünülebilir. Amaç İslam’ın bile yok edilmesi olabilir.

Türkiye’nin siyasi ve ekonomik arayışlarını Batı dışında da sürdürmesi Avrupa’nın gözünden nasıl okunuyor olabilir? Bu bir rahatsızlığa yol açar mı onlar açısından?

Biz ekonomik olarak çok kötü bir yerden geliyoruz. Batı politikalarına ekonomik nedenlerle de mecburduk belki. İç ve dış borcun olduğu, IMF bağımlılığının sürdüğü, kırılgan bir ekonominin bulunduğu zeminde dışarıdan gelen telkinlere daha yatkın, onları yerine getirmeye daha açık politikacılarımız vardı. 2000-2008 arasındaki genel iyi durumunda yardımıyla Türkiye ekonomik olarak güçlendi. (Bir hatırlatma: 2008 küresel ekonomik krizini atlatan Türkiye 2013’ün mayıs ayı ortasında IMF’yle borç defterini kapattı. Mayıs sonunda ise Gezi kalkışması ile sarsılan ekonomik dengenin yerine oturması için birkaç yıl gerekti.) 2002’den sonra, özellikle de son yıllarda daha iyi duruma geldiğimizi biliyorum. AB’nin içinde Türkiye’nin çok gerisinde ülkeler var. AB’nin bazı kriterlerini Fransa bile yerine getiremiyor. Dolayısıyla bu şartlarda daha bağlantısız dış politika izleme imkanıda oluyor. Çin’in, Asya’nın ekonomik gelişmesi uzun yıllardır konuşuluyor. Bu para savaşlarının içinde bağlantısız bir politika izleyecekseniz, sizin de ekonomik açıdan canlı olmanız, açılmanız lazım. Hem o ülkelere hem Afrika’ya daha az gelişmiş ülkelere, hatta mümkünse Latin Amerika’ya açılmak gerekiyor. Yani şurada ihracatın yüzde 50’den fazlasının Avrupa ülkelerine yapmanın doğurduğu bir çıpa var. Bunu hafifletmek dış politikada bizi rahatlatır.

ABD’ye ziyaretin seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz? Merkel’e elini uzatmaktan imtina eden Trump’ı bu ev sahipliğinde nasıl buldunuz?

Batı basınına ziyaret öncesi yansıyan bir başlık dikkatimi çekmişti. ‘Erdoğan motorları çalıştırıyor’ ziyaret öncesi verilen YPG ve FETÖ mesajları kast ediliyordu. Görüşmeden sonra baktığımda iki liderin ilişkilerdeki gerilimi yok etmeye yönelik tavır takındığı, bununla birlikte Erdoğan’ın daha önce savunduklarını bu kez muhatabının yüzüne karşıda söylediğini yazdıklarını gördüm. Batı basının genel değerlendirmesi böyle. Cumhurbaşkanı’nın orada yüz yüze söylemiş olduğu aslında bütün dünyaya yönelik bir açıklama. Yani arkasında kim durursa dursun, karşıyız. Müttefik olarak devam edeceğimizi ama bu konuda da mutabık olmadığımızı söyledi. Türkiye’nin geri adım atmayacağı belli. Gidişatı izleyeceğiz. Genel mesaj gerilim yok edilerek, ilişkilerin devam edeceği yönünde oldu. Ama bu işbirliği mükemmel değil, o da belli.

Peki sahaya nasıl yansır ilişkilerimiz?

Rakka’ya operasyonu YPG ile yapmış yapmamış o önemli değil. Önemli olan orada yönetimi dışarıdan belirlenmiş bir devlet kurulması çalışması var. Bu bir darbedir. Demografiyi değiştirip halkın belirlemediği bir yönetim oluşturulmak isteniyor. Gerçekten halkı toplar onlara bırakırsınız, o zaman Türkiye için bu bir tehdit olmaz. Nasıl Irak’ta IKBY bir tehdit değilse Türkiye için, öyle demokratik bir yapının tehdit olmaması normal. Ama siz elinde silah olan, Türkiye’den parça koparmaya çalışan bir örgüte yönetim kurdurmaya çalışırsanız, burada demokrasiyi desteklemiyorsunuz demektir. Aslında aynı Mısır’da darbeci Sisi’yi desteklemekle aynıdır. Türkiye’de başarıya ulaşsalardı, FETÖ’yü desteklemekle aynıdır. Sonuçta siz bir ülkenin yönetimini dışarıdan belirleyemezsiniz. Bu bakımdan tutarsız da değiller. Eskiden ülke yönetimlerine müdahale etmek için askerleri kullanarak darbe yaparlardı. Şimdi bürokrasiyi kullanarak yapıyorlar. Bu müdahaleler oldukça dünyada demokrasinin gelişmesi mümkün değil. Demokrasinin, insan haklarının gelişmesi için, dünyanın bütününde gelişmesi lazım. Bir yerde darbeyi destekleyerek, bir başka yerde de demokratik kriterleri dile getirerek politika yapamazsınız. ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler bunu yapıyorlar. Buna ben itiraz ederim. Mısır’da demokrasiyi desteklemek terörü desteklemek demek değildir. Veyahut Yemen’de. Ama öyle bir hale getirildi ki, şimdi bu ülkeler için demokrasiden bahsetmek komik geliyor neredeyse. Halbuki öyle değildi. Gerçekten demokrasi desteklenseydi zaten terör hareketleri de engellenmiş olurdu.

Demokrasi gelişsin, terör bitsin; çok güzel formül. İstiyorlar mı bunu?

İstemiyor anlaşılan. ABD 20 yıldır burada. Başarısızlıkla.

Amaç ne o zaman?

Kaos ortamlarının getirdiği ekonomik çıkarlar olabilir. Savaş endüstri de bu şekilde ayakta kalıyor bir yerde. Finans sektörünün de bundan çıkarı olabilir.  

Yeni anayasa siyasi gücümüzü pekiştirir...

Türkiye Cumhurbaşkanlığı sisteminde. Bu bize dış politikada ne kazandıracak?

Türkiye anayasanın yönetim biçimiyle ilgili kısmını çözdü. Şimdi tamamını ele alması lazım. Bu aşamaya MHP ile çalışarak gelindi. Siyaseten MHP’nin atılım yaptığını düşünüyorum. Demokratik hak talepleri ayrılıkçılığı getiren unsurlar değildir. Özerk bölge hikayesi artık bitti. Bundan sonra da olmayacak. HDP’nin yurt dışı bağlantıları var, yerel yönetimlerin yaptıkları var. Dolayısıyla ben HDP’nin de bu politikaları nedeniyle bittiği görüşündeyim. Ama tabii içlerinden şiddete karşı olanlar yeni bir parti kurabilirler. Ülke bütünlüğü içinde, hakların savunulması ve yeni anayasa konusunda işbirliği gerekebilir.

Le Pen’in karşısına kimi koysanız kazanırdı

Yükselen milliyetçilik ve İslamofobi etkisi altında Avrupa ülkeleri seçimlere gidiyor. Fransa’dan başlayalım. Milliyetçilik yükselişte mi, yoksa bu sonuçla durdu mu?

Aşırı sağın yükselişine ve partisini merkeze çekme çabasına rağmen Le Pen kaybetti, Macron kazandı. İlk tur seçimlerdeki eleme bana göre önemliydi. Daha evvel hiç bağımsız bir adayın kazanma şansı bulunmuyordu. Önceki tecrübeye göre hangi kesim başarısız olursa tersinde duran iktidara gelirdi. Sağdan Sarkozy başarısız olunca soldan Hollande geldi. Onun başarısızlığının ardından sağın gelmesi beklenirdi. Ama adaylardan Fillon’a etik olmayan bir müdahale yapıldı. Aşağıya çekildi. Böylece Le Pen’le istedikleri bir adayın savaşmasını sağladılar. Le Pen’in karşısına kimi koysanız kazanırdı; Macron kazandı. Çünkü bilinenin aksine Fransa’da Le Pen’in kazanma şansı yoktur. Şimdi görünen şu, seçim Le Pen ile ikincitura kalamayan ama buna çok yaklaşan diğer sol aday Mélenchon arasında geçseydi Frexit olurdu ve AB o zaman dağılabilirdi. Yani belirleyen ilk turdan çıkamayan adaylar oldu.

O zaman ‘derin’ Avrupa  Fransa’nın seçimlerine bir şekilde müdahale ederek AB’nin dağılmasının önüne mi geçmiş oldu?

Belki de? Bilemiyorum. Ama Fillon’un işlerini acaba iki yıl ekonomi bakanlığı yapmış olan Macron ekonominin yüksek bürokratlarıyla mı kurcaladı? Ama tek başına bir adamın yapacağı işler de değil. Arkasında bir güç var, kimdir bilemem. Rothschild’ın yanında çalıştığı biliniyor. (Fransanın yeni cumhurbaşkanı Macron 2008’de Yahudi kökenli Rothschild aile bankasında finans uzmanı olarak çalışmaya başladıktan kısa süre sonra bankanın ortağı oldu. Genç finansçı, Cumhurbaşkanı François Hollande’un görev süresinin ikinci yılında Ekonomi Bakanlığı’na atanınca Elysée Sarayı’na ayak bastı.)

AB’nin siyasi kriterleri her aday ülke için aynı mı? Bu da tartışmalı sanki?

Brexit’ten sonra zayıflayan AB yeniden toparlanmaya çalışıyor, ama bu o kadar kolay değil. Belki AB şöyle bir hata yaptı. Siyasi olarak değil coğrafi genişlemeyi önceledi. Siyasi kriterlere uygun olmasa bile... Sonuçta Avrupa’nın istediği kriterler oluyor. Avrupa’ya itaat etmek bir kriter! O yazılı bir kriter değil tabii. Ekonomik kriterleri var, çok önemli. Ama Fransa yüzde 60’tan fazla tutturamıyor onları. Başka birçok ülke de var, giriş kriterleri tutmayan. Yunanistan’ın hali belli. Beni asıl kaygılandıran, bunları eşit bir şekilde uygulamaması, özellikle Türkiye’ye karşı.

FETÖ’NÜN ARKASINDA KİM OLABİLİR

Demokrasisi daima sorgulanan Türkiye aslında bu konuda en önemli sınavını 15 Temmuz’da verdi. Batı’nın bu konudaki yaklaşımına ne diyorsunuz?

Darbeci Akın Öztürk’ün yakalandıktan sonraki görüntüleri kast edilerek ‘bu yanlış’ denildiğinde, ‘bu adamlar darbe yapmaya kalkıştı ona ne diyorsunuz’ diyorum. Batı’da FETÖ’cülere sempatizan diyorlar. Hayır, telefonunda Bylock varsa o sempatizan değildir, talimat alıp bir şey yapmaya hazırdır. Hala sempatizan diyorlarsa arkasında acaba siz mi varsınız sorusu geliyor akla. Mesela Almanya bunları niye koruyor? PKK’ya da aynı şeyi yapıyorlar. Fransa’daki terör sebebiyle sürekli uzatılırken Türkiye’deki OHAL’i eleştirmeleri, darbecilerin haklarından söz etmeleri bana biraz tuhaf geliyor...

“Afrika’nın Türkiye’den beklentisi yeni değil...”

İlk görev yerim Somali, Mogadişu’ydu. Yıl 1981. Soğuk savaş dönemindeyiz. İç savaş çıkmadan önce de biz oraya girmiştik. Siad Barre hükümeti vardı. (1969-1991 yılları arasında Somali Demokratik Cumhuriyeti devlet başkanı) Somali Sovyetler’in etkisi altında. Siad Barre Etiyopya ile savaş sırasında Sovyet desteği alıyordu. Savaşın Somali lehine ilerlediği bir aşamada Sovyet Rusya, Etiyopya’yı tercih etti, desteği ona kaydı. Kendisini bilimsel sosyalist diye adlandıran Barre’nin yönetimindeki Somali’de Sovyet düşmanlığı başladı, ABD’ye yaklaşıldı. Böyle bir dönemde Türkiye büyükelçilik açtı oraya. Amerika’nın dostu, NATO müttefiki olarak... ‘Ne işiniz var’ diye de soruyorlardı dışarıdan. Ama Somali halkı çok ilgi gösteriyordu. Ne Amerika, ne Rusya; Türkiye’ye gelsin diyorlardı. Bizde de darbe olmuş, ertesi yılındayız. Aslında son derece fakirdik. Bir miktar buğday mı ne gönderecektik yardım olarak. Ama Somali halkının beklentisi Türkiye’nin bir üçüncü güç olarak oraya gelmesi şeklindeydi. Yolda görüşüp konuştuğumuz insanlar böyle söylüyordu. Bizi çok seviyorlardı.

PYD TEHCİR UYGULUYOR...

Fırat Kalkanı Operasyonu DEAŞ’a yardım meselesini ortadan kaldıran en önemli iştir. Çözüm sürecini de bitiren Suriye’deki meselelerdir. Ama çözüm süreci her şekilde Türkiye için başarıdır. Olması gereken terör örgütü olarak PKK’nın silah bırakmasıydı ilk aşama olarak. Ardından teslim etmesi ve son olarak da kendini fesh etmesi. Bu arada anladık ki ABD’de PKK’ya karşıymış meğer! İşte bu üç aşamanın gerçekleşmesi icap ederdi. Böyle olmadı ve PKK içeride bastırıldı. İçeride nasıl silahlı terör örgütü PKK ile siyasi kanat olarak HDP’nin ayrışması gerektiğini söylüyorsak, Suriye’de de PYD ile YPG’nin ayrışması gerektiğini söylüyoruz. Şu anda PYD demografiyi bozuyor, tehcir uyguluyor. Osmanlı’nın 100 yıl önceki Ermeni tehcirine soykırım diyenler bugün bir şey demiyorsa, tarafsız bakmıyorlar demektir. İlkeler bazında bakmak gerekir.