19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Doğu ruhtur Batı beden

Rönesans, medeniyet, büyük aydınlanma İslam’dan başladı. Şam’da, Bağdat’ta, sonra bütün Avrupa’ya yayıldı. Ciddi araştırdığınız zaman bulduğunuz kitaplar var ama bu cep telefonu tuzakları çıktı ya, sahaflara, kitapçılara gidip ‘Ah bir kitap hazinesi daha buldum, yazmışlar işte’ diye sevinecek insan pek kalmadı.

ZEYNEP TÜRKOĞLU18 Mart 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Doğu ruhtur Batı beden

Bir müzikolog. Okuyor, yazıyor, anlatıyor, paylaşıyor. Beden kafesinin içinde yıllar evvel kocasının “Ağlama yavrucuğum” diye teskin ettiği hassas, genç kadının kıpır kıpır ruhu var. Çok belli, yorulmuyor da… Hepi topu bir ömre ne sığdırılabilir? İşte bu bir talep ve nasip meselesi galiba. Gülper Refiğ müziğin sesiyle Türkiye’den Almanya’ya yola çıkmış önce. Sonra bütün o, ‘Avrupa’ya gitmişken Türkiye’ye dönülür mü hiç?’ hengâmesi arasında yeniden memleket… Sebep? “Alınyazısı” 

- Hayatınız hem zihni hem fiziki olarak öyle renkli ki bir film veya roman tadı veriyor. Nerede başlatıyorsunuz hikâyenizi?

Sizi etkilemiş, unutmadığınız olaylar, enstantaneler olabiliyor. Fotoğraf gibi, hiç unutmuyorsunuz. Veya bir söz. Ama yine esas itibarıyla ilkokul çağları; Ankara. Biz başka bir Türkiye’de yaşadık, yetiştik. Benim çocukluğumda Kavaklıdere’de oturuyorduk. Çankaya İlkokulu’na gidiyorduk. Giderken Köşk’ten geçerdik. Önce İnönü’yü sonra Menderes’i selamladık. Meyveler yiyerek bağlardan bahçelerden geçerek yürüyorduk. O tarihlerde NATO içimize daha yeni girmiş, Kavaklıdere’de epey Amerikalı vardı. Babam zevk ve keyfine çok düşkündü. Küçük bir havuzumuz vardı bahçede, güzel pazar kahvaltıları yapardık. Ritüel gibiydi. Her şey coşkuyla yaşanıyordu. İstanbul’a gelince Küçükyalı’ya yerleştik. Şimdiden geriye doğru baktığınızda rüya gibi geliyor. Erenköy Kız Lisesi’nde okudum, istisnasız bütün arkadaşlarım bahçeli ahşap evlerde otururdu. İnsanlar, hayat şıktı. Konfeksiyon girmediği için hayatımıza tek tip değildik, terzi vardı. Nezih ve pervalı bir hayat vardı. Şimdi daha pervasız…

- Ne demektir pervalı?

Şöyle söyleyeyim. Mesela Küçükyalı’da deniz kıyısında bir çamlık vardı. Akşamları Özdemir Erdoğan, başka bazı müzisyenler müzik yaparlardı. Annemizle giderdik dansa. Katiyen içki yok, meşrubat, çay, fındık fıstık. Mahalleden çocuklarla, dans ederdik. Sweet dans deniliyordu galiba. Şimdiki dans figürlerine orangutan hareketleri diyorum. Arada flört edenler de olurdu. Ama kimsenin gözüne sokmadan, çok nezih. Ne bileyim, bir utanma hissi vardı o zamanlarda. Edep, olduğu zaman daha romantik oluyor, saygı giriyor işin içine. Artık değişik. Ama mutlak olan bir şey var; biz daha ruhu, maneviyatı duygusal bir gençlik geçirdik. Kız erkek ilişkilerinde şimdiki gibi laubalilikler yoktu. 

- Siz böyle tatlı tatlı anlatırken düşünüyorum, acaba şahsınıza ait bir yumuşaklık olabilir mi anlattığınız diye. Çünkü dünyanın değişime, dönüşüme başladığı, çok sert kırılmaların yaşandığı bir çağdan bahsediyorsunuz aslında. Tam da romantizmin, edebin çatırdadığı yıllar değil mi 60’lar?

Okumaya çok meraklıydım, en etkilendiğim kitap da Pollyanna’ydı. Her şeyin olumlu tarafını görmek onun en büyük özelliğidir. Benim de bu yaşıma kadar hayatım böyle geçti. Eşimle de onun dışında da hayatta zor zamanlarım oldu. Ama o kitaptaki bir ifadeyi uyguladım hep, “…bu sayfayı kapatacak, sonraki sayfaya bakacaksın.” Evet, güzellikleri görüyorum. Onun için eşimle biz çok anlaştık. Güzel olan her şeyle büyüleniyorum ve mutlu oluyorum. Bu iyi bir şey, Allah’ın verdiği çok özel bir nimet. 

- Müzik eğitiminizi Hamburg’ta almışsınız. Türkiye’de Batılı ama yine de kendine has rengi ve sıcaklığı olan bir kültürün içinden Avrupa’ya gitmek ne yaşattı? 

Benim gittiğim 60’lı yıllarda Türkiye’de konfeksiyon bile yok. Bir yere gidecek olsanız, Divan, bir Hilton var. Bu başta bir göz kamaşmasına sebep oluyor. Benimki çok da kamaştı diyemeyeceğim. Yine de Almanların düzeninden, intizamından göz boyanıyor. Sonra yavaş yavaş gerçek sırıtmaya başlıyor. Makyajı dökülüyor. Çok küçük bir anekdot; Hamburg’a bir piyanist arkadaşım geldi Ankara’dan, Tülin Onat. Tülin sigara içerdi. Sigara istedi bir çocuktan. Çocuk sigarayı verdi, elini açarak uzattı sonra. Sigaranın bedelini talep ediyor. Tülin o parayı verdi ama ağlamaklı. Bunun gibi şeyler farklılıkları ortaya koyuyor. Para kutsaldı onlarda. Bizim öyle kutsalımız olmaz, değerlerimiz başkadır. ‘Oradan dönülür mü, niye döndün’ diyenlere nasıl sinirlendiğimi size anlatamam. Orada çok arkadaşım oldu, çok da sevildim şımartıldım. Ama Almanya’da nasıl yaşanır?

- Niye yaşanmaz?

Oraya arada ziyarete gittiğim arkadaşlarıma söylediğimi size de söyleyeyim; ‘Ah Gülper sensiz ne yapacağız’ dediler. ‘Sizin hayatınız yemekleriniz gibi yavan, tuzu biberi yok.’ dedim. Bizim hayatımız renkli, cıvıl cıvıl. Burada başka bir yaşam sevinci var. Türkiye’ye döndükten sonra Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi’nde gravür yapmaya başladım. Oradaki arkadaşlarla Boğaz’a gidiyorduk. Bakıyorsunuz, biri bağlama çalıyor, etrafta baloncular, kâğıt helvacılar. Balık pazarındakiler, sacın üstünde et pişiren adamlar, sohbetler. Burada derin bir insan ilişkisi var. 

- Birilerinin ardına bakmadan kaçma sebebi olan şeyleri siz heyecan ve aşkla anlatıyorsunuz. Bakışla mı değerleniyor acaba?

Onların bakış açısında büyük bir yanılgı var. Eflâtun’un mağara teorisinde olduğu gibi gerçeği değil gölgeleri görüyorlar, inanın. O alevlerin duvara yansıyan gölgelerini gören, gerçeğe baktıklarında ise gözlerinin kamaşmasından göremeyen kimseler onlar. Çok şükür Allah bana bunları görme yeteneğini nasip etmiş. Görüyorum, hissediyorum, anlıyorum. Öğrencilerime hep anlattığım bir Fransız düşünürün sözü vardır; “Doğu ruhtur, Batı beden” diyor. Bunlar maalesef ders kitaplarımızda öğretilmiyor, anlatılmıyor ama istisnasız bütün büyük filozoflar, sanatçılar ruhunu Doğu’da aramış. Goethe Müslüman olmuş. Besteciler öyle. Kimse bununla ilgilenmiyor ki. Standart, ezber, mutlak gerçek olarak sunulan kitaplar yazılmış. Medeniyet Batı’dadır, geri kalan herkes ilkeldir, barbardır, az gelişmiştir! Biz de buna inanmışız. Düşünebiliyor musunuz, hâlâ bizim aydınımız, “Rönesans’ımız yok onun için biz geriyiz” diyor. Nasıl büyük bir şaşkınlık, yanılgı ve yanlış kanaat içinde! Bunun böyle olmadığını anlatan kitaplar yazılıyor artık Batı’da. Medeniyet Doğu’dan gelmiştir. Rönesans Endülüs’ten, Şam’dan, Bağdat’tan, buralardan gitmiştir. İlk konservatuar Şam’da kuruluyor, oradan Endülüs’e gidiyor. O tarihte Batılılar okuma yazma bilmiyor. Endülüs’te sokaklar aydınlanmış, şehir hayatı yaşıyorlar. Milattan dokuz bin yıl önce çekirdek sit alanları, kanalizasyon var. Milattan önce dört yüzlerde Perikles’in büyük Atina’sı, Sokrates’in yaşadığı yerin kanalizasyonu yok. Hani oradan başlar ya medeniyet! Hangi birini anlatayım. Ama bu bilinçaltımıza öyle bir işlemiş ki! Beyninde aradığı dünya cennetinin orası olduğuna inanmış, değiştiremiyorsunuz. Ben gerçeği gördüm. O yüzden böyle bir ülkede yaşadığım için kendimi çok mutlu hissediyorum. 

- Gördüğünüzü söylediğiniz o gerçeği buradakilere nasıl anlattınız?

Döndüğümde, yani 70’li yıllarda benim çevrem, ki hâlâ var; alafranga çevre, modernler, aydınlar, bize ait, yerli ve milli olan her şeyi küçümsüyorlardı. 

- Eskiden vardı. Peki ya şimdi? 

Hâlâ yok mu, lütfen! Var var, hem de nasıl var! Belki de daha şiddetle artarak var. Batı’da artık ipin ucu çoktan kaçtı. Büyük bir çöküş içinde. Bunu geçen asırda filozoflar yazmış, filmleri yapılmış. Bir asır geçti. Artık gözümüzle görüyoruz ama onların dudakları mühürlü, gözleri geriye bakıyor. Bugün de var ama çok şükür artık ben kendimi izole edebiliyorum. O zaman yapamıyordum. 6 yıl Almanya’da kalburüstü sanatçıların olduğu çevrelerde bulundum, gördüm. Orayı yaşadıktan sonra dönüşümde gördüklerim öyle hayal kırıklığı yarattı ki. Ben dedim, caminin minaresine çıkayım, hoparlörden bağırayım “Kendinize gelin!” diye. Çünkü herkes saçını sarıya boyuyordu. Böyle bir aşağılık kompleksi. Sarışınlık bile bir statü! Batı’nın gerçeği çarpıtıp kendisini yerleştirdiği resmi aynen alıp uyguluyor. Kendini cehennemde hissediyor. Batıyoruz, bittik diye cenneti arıyor. Allah’tan birkaç sene sonra eşime, aklı başında bir adama rastladım. Ama tabii onun da çektiği acıları görüyorsunuz. Öğrencilerime anlatıyorum, anlayan var. Yazıyorum bir taraftan, bakalım ne zaman biter.

- Anı gibi bir şeyler mi?

Yok hayır, bilimsel. Müzik tarihini yazıyorum. Çok zor bir konu ama kaynak da buluyorum çok şükür. Klasik ve barokta pek yok ama daha çok romantik dönem tamamıyla doğu etkisi ile başlamıştır. Neredeyse istisnasız bütün büyük bestecilerin Doğu’dan ve özellikle tasavvuftan etkilenmesi, bunu müziklerine yansıtmaları söz konusu.  

- Rastgele bir karşılaşma mı bu, yoksa neden beslendiklerinin farkında mı bu bahsettiğiniz besteciler?

Kesinlikle! İlginç bir şey söyleyeyim. Daha önce de biliyordum ama bugünkü aklım ve olgunluğumla Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’ndaki şiirleri okuduğum zaman duyarlılığına hayret ettim. Allah’a ulaşmaya dair öyle ifadeler var ki. Bu Almanca’nın zengin bir dil olmasıyla da ilgili. Bütün o büyük besteciler, neden etkilendiklerini iliklerine kadar biliyorlar. Bunlar büyük beyinler. Esas çarpıtma, onların ölümünden sonra, sanayi devrimiyle başladı. Sömürgeciliğinizin tutunması için, sizin medeniyetinizin yukarıda, kalanların ise aşağıda, az gelişmişlik, barbarlık statüsünde olması gerekiyor. Bunu ispat için yalan kitaplar yazdırılıyor. Dünyanın kalanı da bu kitaplara bakarak kendinin az gelişmiş, barbar olduğuna inanıyor. 

“Batı’da artık ipin ucu çoktan kaçtı. Büyük bir çöküş içinde. Bunu geçen asırda filozoflar yazmış, filmleri yapılmış. Bir asır geçti. Artık gözümüzle görüyoruz ama onların dudakları mühürlü, gözleri geriye bakıyor.” 

İLK KONSERVATUAR ŞAM’DA KURULUYOR, ORADAN ENDÜLÜS’E GİDİYOR. O TARİHTE BATILILAR OKUMA YAZMA BİLMİYOR. ENDÜLÜS’TE SOKAKLAR AYDINLANMIŞ, ŞEHİR HAYATI YAŞIYORLAR.

MÜZİK TARİHİNİ YAZIYORUM. NEREDEYSE BÜTÜN BÜYÜK BESTECİLER DOĞU’DAN VE ÖZELLİKLE TASAVVUFTAN ETKİLENMİŞ VE BUNU MÜZİKLERİNE YANSITMIŞLAR.   

“ÂB-I HAYAT, CİSMÂNÎDEN ZİYÂDE MÂNEVÎ ÖLÜMSÜZLÜĞÜ KARŞILAR. BU YÜZDEN ÖLMEDEN EVVEL ÂB-I HAYÂTI İÇENLER, BEDENÎ ARZULARINDAN SIYRILANLARDIR.”

“HAKİKAT YERİNİ BULACAK”

Kıpırdanma var. İçinde bulunduğum ortamda biraz aykırı oluyor tabii benim bu görüşlerim. Rönesans, medeniyet, büyük aydınlanma İslam’dan başladı. Şam’da, Bağdat’ta, sonra bütün Avrupa’ya yayıldı. Ciddi araştırdığınız zaman bulduğunuz kitaplar var ama bu cep telefonu tuzakları çıktı ya, sahaflara, kitapçılara gidip ah bir kitap hazinesi daha buldum, yazmışlar işte diye sevinecek insan pek kalmadı. 

- “Aklı başında adam” dediğiniz Halit Refiğ nasıl girdi dünyanıza?

Alınyazısı. Kesinlikle böyle inanıyorum. Eli yüzü düzgün ve çok okuduğu için biraz ukala bir genç kızdım. İlgi gösterenler oluyordu. Özellikle Hamburg’da hoş, cazip bir hayatım vardı. Ama işte o alınyazısı, kader bana dön dedi. Annemle yaşamaya kararlıydım, hayatımdan memnundum aslında. Sevdiğim işi yapıyor, arkadaşlarımla konserlere gidiyordum. Kimle evleneceğim de bir ömür boyu sıkılmadan onunla yaşayacağım? Bana bütün kitapları, filmleri, tiyatro oyunlarını anlatacak o adam kim? Benim canımmış. Ne aradıysam, oydu. Bana, benim anlamadığım her şeyi anlatsın, bu çok büyük bir lüks ve bedeli var. Acılar çekiyorsunuz, çektiriyorlar. Dosdoğru, elif gibi adam! Amerikalı diplomatlar, sanatçılar ile görüşürdük. Konu açılır, ilk cümlesi “PKK’nın arkasında NATO var, Amerika var” derdi. Doğruları konuşup yaşadığınız zaman güç odakları sizden hoşlanmaz. O zaman da zor bir hayatınız olur. Öldürmediler ama açlığa ve işsizliğe mahkûm ettiler. 

Hollywood’dan çağırdılar. Müthiş bir senaryosu vardı. 13. yüzyılda Anadolu’da geçen bir epik destan. Selçuklu dönemi. Bayıldılar. Hayata geçmesi an meselesi. Bir gün bir telefon geldi. İki kahraman var; imparator Aleksius’un yeğeni Beatris ve Selçuklu tarafında Yaralı Kartal. Demişler ki bu Müslüman, bizim seyircimiz için Beatris’i biraz daha çalışıp büyütebilir misiniz? Nabız yokluyorlar, bakalım Hollywod için gözleri kamaşıp bize bu tavizi verecek mi? Tabi kabul etmedi. Sen misin Batı’ya, Amerika’ya meydan okuyan? İstediği filmler yaptırılmadı. Bana “Hiç ağlama yavrucuğum. Ben istediğim filmi yapamadıktan sonra o ringe çıkıp, o yumrukları niye yiyeyim…” dedi.

İKİ SANATÇI BİR HİKAYE 

Gülper ve Halit Refiğ birlikteliği dünyaya aynı yerden bakabilen, entelektüel sermayesini Batı yerine ait olduğu toprakların değerleriyle zenginleştiren bir aşk hikayesi. Egolarını değil birbirlerinin dünyasını besleyen, maddiyatı değil dostlukları çoğaltan bir evlilik onlarınki. Lütfi Akad, Metin Erksan, Türkan Şoray ve pek çok isim o güzel dostlardan sadece bir kaç tanesi.