19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Dün, bugün, yarın… Ramazan yazıları

Evvelce bildiklerimizi hatırlamak, bilmediklerimizi öğrenmek, öğrendiklerimizi Ramazan’ın ruhu içinde anlamak için bir daha, bir daha, bir daha okumak… Düşünmek, akletmek için bir daha okumak lazım. Kimleri mi okuyalım derseniz, buyurunuz efendim dünden bugüne kaleminden Ramazan’a dair kelimeler bırakanlardan bir kaç kelam...

ZEYNEP TÜRKOĞLU27 Mayıs 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Dün, bugün, yarın…  Ramazan yazıları

 “Ramazan Kur’an-ı Kerim’in bize lütfedildiği, indirildiği aydır ve bu ilahi mesaj söze ‘Oku’ diye başlar” diyen dost bir istikamet verdi. Okumak, evet… Evvelce bildiklerimizi hatırlamak, bilmediklerimizi öğrenmek, öğrendiklerimizi Ramazan’ın ruhu içinde anlamak için bir daha, bir daha bir daha okumak… Düşünmek, akletmek için bir daha okumak. 

Yeni gelin bahanesi gibi olmasın ama yerim dar, sunacaklarım sayıca çok değil. Fakat dünden bir tat isterseniz biraz Süheyl Ünver, bir parça Sâmiha Ayverdi, birkaç cümle de Orhan Okay bulunur. Yok hayır, ben güncel durumumuzu düşünüyor, içinden geçmekte olduğumuz tünelin ucunu bulmaya çalışıyorum derseniz, Fatma Barbarosoğlu, Erol Erdoğan ve Necdet Subaşı’nın günümüzü, dünümüzü resmeden yazılarına davet ederim. Elbette teklif ettiğimiz kapının ardında hazine büyük. Ancak sınırlarımız içinde, Ramazan’ın bereketini de umarak, mütevazı ikramımız bu haftalık budur… Şifâ olsun…

Vaazın edepleri 

Fatma Barbarosoğlu

(Ramazannâme)

Ramazan münasebetiyle televizyon ekranlarından vaaz edenler çoğalacaktır. Zaten birkaç yıldır gündem boşaldıkça İslamî hususlardan gündem oluşturmak medyacıların imdadına yetişir bir cankurtaran işlevi görmeye başlamıştır. Bu vesileyle bendeniz de sizlere Kâtip Çelebi’nin Mizanü’l –Hak Fi İhtiyari’l-Ehakk adlı eserinde vaizlere verdiği öğütleri naklediyorum. Öğütler zaman aşımına hiç uğramamış bir tazelikte muhataplarını bekliyor. 

-Birinci edep budur ki, va’zında şehir halkının töresine ve âdetine ve ıstılahına aykırı sözler olmaya. Çünkü dedikodu ve karışıklığa yol açar. 

-Zamanın ve yerin gerektirdiği ne ise yapılmalı. Günlerin, ayların üstünlükleri, gece ve gündüz yapılan ibadetler hakkında ne gibi hadisler ve sözler var ise anlatılmalı ve bunlar Türkçe’ye çevrilip halka öğretilmeli. Uydurma hadisten başka zayıf hadislerin de söylenmesinde beis yoktur. 

-Halkın anlamayacağı ince konulardan, yahut tasavvuf ıstılahına dayanan ceberut ve lahut âleminden dem vurmayıp, çoğu dinleyenin hal ve şanına uygun olmayan sözler söylenmemeli. Belki açık ve anlaşılması kolay öğütler ve temsiller söylenmeli. 

Kâtip Çelebi’nin affına sığınarak va’zın insanların ibadetlerini arttırıcı bir vazifesi olduğunu hatırlatarak, reyting rekorlarının vaizlerin aklını çelmesini temenni ediyoruz…

Ramazan hazırlığı

Samiha Ayverdi 

(İstanbul Geceleri)

Ramazanlarda İstanbul, görücüye çıkacak bir kız kadar heyecanlı hazırlıklarla içten içe coşar ve didinirdi. Evlerden konaklara, kenar sokaklardan cadde ve meydanlara kadar her köşenin kendine mahsus bir tavır değiştirişi, kendine bir çeki düzen verişi olurdu. Ya evler? Silen süpüren, ölçen biçen, takıp takıştıran evler. Evvelâ su içinde pembeleşen topuklarla tahtalar uğulur, camlar silinir, minder yaygılarından küp bezlerine kadar bütün eşyanın en yenisi seçilir; bakırlar kalaya verilir, iftarlıklar ve sahurluklarla dolan kilerler nizama konur, yalnız yukarıdan aşağıya elden geçen evde, hemen tek ihmale uğrayan nokta, sokak kapısının tokmakları olurdu. Zîra Türk, görünüşe omuz silken, babadan kalma bir zihniyetle en geç bu işi düşünür, ya da hiç hatırına getirmezdi. Fakat bu ihmâlde, biraz da çıplak kolunu evinden dışarı uzatmayan kadının çaresizliğini de aramak lazımdı. Bu yüzden de konak kapılarının iri pirinç halkalarını parlatmak, halayıkların değil, ayvazların ve uşakların vazifesiydi…

“Orucun çağa nasihati”

Erol Erdoğan 

(Oruç Mevsimi)

Zamane alışkanlıklarına gem vurmak üzerine düşünürken yıllar önce birkaç defa denediğim ‘Twitter orucu’ aklıma geldi. Çağın insanı zaman zaman sosyal medya orucu tutmalı mesela. ‘Tutmalıyız’ desem daha doğru olacak. Mesela çok ve gereksiz konuşuyorsak ‘konuşma orucu’ tutarak, faydasız sözlerden kendimizi arındırabiliriz. Konuşma veya susma orucundan bahsettiğimizde aklımıza ‘Meryem Orucu’ gelir. Ayetlerde anlatılan bu oruç çok yönlü dersler vermektedir. Meryem validemiz, Allah’ın mucizesi olarak babasız bir çocuk doğurunca çevresindekilerden bazıları onu iffetsizlikle suçlar. Suçlamada çok ileri giderler, küstahlaşırlar. Üstelik bu konuda onu hiç dinlemezler, sadece suçlarlar. Meryem validemizin başa çıkabileceği bir şey değildir, çok bunalır. O bunalmışlık halinde Rabbimiz ona şöyle seslenir: ‘Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan -ben Rahman için oruç adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım- de.’ Hazret-i Meryem söz orucunu tuttu, kendini anlamak istemeyenlerle konuşmadı. Bu susmanın, Kur’an’da ‘savm’ kelimesiyle anlatılması, orucun yeme içme ile sınırlı olmadığını göstermektedir.

“Ah o eski Ramazanlar”

Orhan Okay 

Bir Başka İstanbul

“Bir kış Ramazan’ında doğmuşum. Çocuk yaşlarda, kendi isteğimle tuttuğum ilk tam orucumu iyi hatırlıyorum. Öğleden sonra anneme sık sık, iftara ne kadar kaldığını, babama ise bayrama kaç gün kaldığını sorduğumu da unutmadım. Diyanet İşleri Reisliği o zaman da vardı ama bir bülteni filan olmadığı gibi zaten tek olan devlet radyosunda da diyanet saati diye bir şey yoktu. Gazetelerin Ramazan’ı haber verdiklerini biliyorum da onların Ramazan ilaveleri değil, herhangi bir dinî yazı yayınlamadıkları muhakkaktı. Ama toplum hayatında böyle bir kesinti yoktu. Mahallemiz Balat ve Fener, çoğunlukla gayri Müslimlerin yaşadıkları bir semtti. Çoğunu Rumların işlettikleri meyhaneler de kandillerde ve Ramazanlarda kapanır, hatta kepenklerinde bunu hatırlatan bir kâğıt da yapıştırılırdı…”

“Fısıltı…”

Necdet Subaşı 

 (Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri)

Benim ilk sahurumda annem ve babam var, gaz lambasının titrek ışığıyla aydınlanan mütevazı evimiz var ve tatlı ürpertilerle çoğalan sevgi ve merhamet var. Annem hep üstümü örterdi, uyumamı isterdi; buna karşılık babam yaşıma başıma bakmaz sahura kalkmam için elinden geleni yapardı. Biraz önce aralarında uyuduğum yatağın sıcaklığına sığınmış bir evlat olarak, babamın kaldırmasından mutlu olur, annemin engel olmasından sevinç duyardım. Babam belli ki ateşten korumak isterdi beni, annem soğuktan… Oruçla tanıştığım yıllar 12 Mart zamanlarıydı… Çocukluğumun Ramazanları, o minnacık aklımla, kaç saatti, kaç dakikaydı; bilmiyorum. Bizim adımıza konuşan bilgiç hocalar yoktu, biz babalarımızın üstatlarına tâbi idik. Resmen oruç yerken bile “Amcası, bizim oğlan bugün iki saat oruç tuttu.” dendiğinde nasıl mutlu olduğumuzu bugün kim benim kadar hissedebilir? Sahurda dünyanın en güzel nimetleri yenilmezdi, sahurda ne yesek dünyanın en güzel nimeti olurdu. Annem sahurda başka bir anne olurdu yemin ederim, babam oruca niyetlenirken daha da büyük bir adam olurdu; görürdüm. Ben onlara yetişmeye çalışırdım, sahura kalkardım.

Mahya geleneği

Süheyl Ünver

(Mahya)

Hakikaten biz İslamiyet’in tatbikatını ne kadar bedii bir şekle sokmuşuz. Mesela şu mahyayı benliğimize nasıl uydurmuşuz. Her sene Ramazan yaklaşınca Vakıflar İdaresi camilere kandil yağları, balmumları dağıtır. On beş gün kala, yani Berat Kandili’nin ertesi günü çifte minareli camilere mahya ipleri çekilir. Çift minareli camilere selâtin camileri denir ki, mahyalar bu minarelerin arasında kurulurdu. Bunun da kendisine göre bir teamülü ve ananesi vardı. On beşine kadar ‘Ya Gufran’, ‘Ya Kâfi’, ‘Ya Ali’, ‘Ya Kerim’ gibi hitaplar, on beşinden sonra da münasip resimler yapılırdı. Yükselme ve refah asırlarımızda herkes bir yenilik aramakla meşguldü. 1614’te Fatih Camii müezzinlerinden Kefeli Hattat Hafız Ahmed, iki minare arasında ortası yazılı sanatkârâne bir çevre işler ve genç Padişah I. Sultan Ahmed’e hediye eder. Çok hoşa giderdi. Dînî edebimize muvafık olmak şartıyla Ramazan gecelerinde minareler arasında bunun gibi mahya kurulması arzı edilir. Bu suretle ilk mahya 1617’de yeni Sultan Ahmed Camii’nde kuruldu denir.