19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

İlk kez ‘biz’ olma ihtimalinin önü açıldı

Anadolu Müslüman kimliği, içine doğduğumuz kimlik olması hasebiyle, görmezden gelsek de kurucu, yokmuş gibi davransak da var ve indirgenemez; tümüyle unuttuğumuzu, “aştığımızı”, geride bıraktığımızı, ıskartaya çıkardığımızı sansak da dipte yatan kader kimliğimizdir.

ZEYNEP TÜRKOĞLU15 Nisan 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
İlk kez ‘biz’ olma ihtimalinin önü açıldı

15 Temmuz’da bazı ezberler bir bir döküldü. Sağ-sol, biz-öteki, benden-dışarıdan, demokratik duruşu olan-olmayan gibi siyasi, sosyolojik çok fazla şeyin ön kabulleri alt üstü oldu. O günlerde Ertuğrul Başer’in serbestiyet sitesinde yazdığı bir mektup (http://www.serbestiyet.com/yazarlar/ertugrul-baser/bir-fatiha-arkadasim-ahmet-asikin-ruhuna-mektup-70762) bunun bir resmi gibiydi. Ülke bir darbenin kıyısından dönerken hakikati gören ve hakkı teslim eden az sayıdaki sol entelektüelden biriydi Başer. Kuşağının açmazlarını en iyi bilenle kendi olmak meselesini konuştuk. 

- Kimdir o mektubu yazan? 

Hayatı uzun Türkiye devriminin (14 Mayıs 1950 – 15 Temmuz 2016) mübalağa arayış, yöneliş ve çalkantılarıyla geçen ve mübalağa zayiat veren bir kuşağın üyesiyim. Belli ki kader bizden, ele avuca sığmaz, hakikatli bir toplumun üç büyük özgürleşme, kendini bulma dalgasına (1950’ler, 1970’ler ve 1990’lar), o uzun normalleşme, makule erme sürecine tanıklık etmemizi istemiş.

Kuleli’ye girdiğimizde (1970) “boş değildik”, yanımızda, ana babamızdan gördüğümüz Anadolu Müslüman kimliği ve geleneği vardı. Yani, tren istasyonlarında babalar “Emanetin Allah’a, Allah işini gücünü rast getirsin, arkandakileri unutma” gibi sözlerle oğullarını uğurlarken, oğullar bön bön bakmazlardı yüzüne, aksine duydukları her kelime içlerinde yankılanır, üzerlerine bir zırh kuşanmış gibi olurlardı… 

- Kuleli’ye girerken arkanızdaki güç buydu, peki karşınıza çıkan nasıl bir dünyaydı?

Orada bize “ceplerinizi boşaltın” dediler, işin bildiğimiz gibi olmadığı, Müslümanların yobaz, örümcek kafalı, İslam’ın gerici olduğu, Atatürk’ün bizi onlardan kurtardığı öğretildi. Sonuç itibariyle taşradan, varoşlardan devşirilip, kendisini devletin sahibi, toplumun sahibi ve efendisi sanan bir Kemalist seçkin sınıfa dahil edildik. Bu tipin solcu, sağcı, sosyalist, Müslüman veya ülkücü her türü vardır. Ortak paydası hepsinin İslam’a, Müslümanlığa, yani bu toplumu kuran baz kimliğe, en hafif deyimiyle soğuk ve mesafeli bakmaları ve hiçbir durumda Atatürkçü kimlik dışında bir kimlik/varoluş tahayyül edememeleridir. 

- Bu ikilemden nasıl etkilendiniz, ne oldu sonuç olarak?

Aşırı sağcı/solcu değil, sanıyorum aşırı sorumlu bir kuşaktı bizimki. Alelade bir fikir, kitap veya tutumla Atatürkçülük dışında “sapık” bir fikre kapılma korkusunu yenmeyi başardık. Ülkücü, Sosyalist, Akıncı olduk. Aşağı yukarı bütün kimliklerden geçtik yani. Ve sonunda “hiç hesapta olmayan” ana babamızın kimliğine döndük. Ben bu iddiasız, mütevazı kimliğe ana, temel, baz, kurucu, indirgenemez, iptal edilemez, dip, derin, alt-yapı, kader kimlik diyorum. Anadolu Müslüman kimliği, içine doğmuş olduğumuz kimlik olması hasebiyle, görmezden gelsek de kurucu, yokmuş gibi davransak da var ve indirgenemez, tümüyle unuttuğumuzu, “aştığımızı”, geride bıraktığımızı, ıskartaya çıkardığımızı sansak da dipte yatan kader kimliğimizdir. 

- 15 Temmuz sonrası yazdığınız mektuba gelirsek; ne yazdınız, neden yazdınız?

Mektubu okuyan pek çok insanın dediği gibi, bu devasa süreçte birisi, her zaman diğerlerine tercüman oluyor, “tam da diğerlerinin içinden geçenleri” yazıyor. O kadar. O dönemde kişisel olarak beni uzun süredir yazmaya zorlayan şey de içinde yetiştiğim sosyalist çevrenin Gezi olaylarından itibaren savrulması, söz ve siyaset alanında bir dönem “Yetmez Ama Evet” tutumuyla mütedeyyinler ile laik, seküler modernler arasında açtığı tarihi kapıyı kapatarak kategorik Erdoğan, AK Parti ve maalesef İslam karşıtı bir çizgiye kaymasıydı.

- Kendinizi (girift bir örgünün içinde olduğumuzu baştan görerek) ne ile, nasıl tanımlıyorsunuz? 

Bir kere kök saldığımız ve bütün varlık gıdamızı aldığımız toprağı, kültürü (eksiğiyle gediğiyle, acısıyla tatlısıyla) önemsiyorum. Geçmişle, gelenekle, Osmanlı’yla, İslam’la tabii bir bağ kurmamız gerektiğine, tabii bir alışveriş içinde olmamız gerektiğine inanıyorum. Bu çerçevede silaha, şiddete, darbeye başvurmadığı sürece (yalnızca bu şartla) bütün kimlikler mubahtır, saygındır. Söz ve siyaset alanında rıza ve iknaya dayalı demokratik rekabet içinde kaldığı sürece, her kimlik “Biz”i çoğaltır. Kendimi demokrat olarak tanımlıyorum. Ve bu topraklarda ilk defa hakikatli bir demokratik siyaset alanının kurulmasına öncülük eden ve bunu 15 Temmuz’la taçlandıran dindar Müslüman, muhafazakar geleneğin hakkını teslim etmeden yol alamayacağımızı hissediyorum. 

Bizden kendi ana babalarımızın da dahil olduğu esas toplumu ebedi hasım olarak görmemiz isteniyordu. 

Söz ve siyaset alanında rıza ve iknaya dayalı demokratik rekabet içinde kaldığı sürece, her kimlik “Bizi” çoğaltır. 

 

AK PARTİ BİZİ KENDİ OLMAKLIKLA BULUŞTURDU

Kendi Olmak, bir toplumun bütün başlangıçlar ve bütün hamleler için, çıkmayı tasarladığı bütün yollar için, bütün başlangıç, yol ve hamlelerin başında ve hangi yana dönsem belirsiz kavşağında, başarı ve iyilik için olması gereken yerde olmak demektir. Cumhuriyet ve Kemalizm Şimdiyi Batılı bir Modern Zaman olarak sabitlemek istedi, öncesi olmayan, hâlihazır Batı’da yaşanmakta olan bir Modern Şimdi. Bu Şimdi’nin ebediyen süreceği varsayılıyordu (pek meraklıdırlar ebediyete, 28 Şubat için de bin yıl sürecek, demişlerdi).

İlk özgürleşme dalgasında Menderes ve Demokrat Parti hareketi, tereddütteydi: Kendi geleneğine, Kendi Olmaklığına dayanmak, oradan beslenmek zorunda olduğunu hissediyordu (Yeter Söz Milletin). Fakat bunun nasıl uzun soluklu bir mücadele sonucu başarılabileceği konusunda bir zihin açıklığına sahip değildi. Zaten fırsat da vermediler. 

İkinci özgürleşme dalgası (1965-80 Sol dalga) o donmuş Modern Şimdi’yi yeni bir Modern/Sosyalist Gelecek tahayyülüyle alt edebileceği inancındaydı, o yüzden ütopyalar çarpıştı! Ama bu Modern Gelecek tasavvurlarında da ütopyalarda da bir Geçmiş, Gelenek veya Önce yoktu. Yani, bir toplumun güçlü bir atılım yapabilmesi için dayanabileceği yegâne şey, olmazsa olmaz şey eksikti: Kendisi Olmak. 

Bu kudreti ilk defa üçüncü özgürleşme dalgası (1990’lar Erbakan-Erdoğan çizgisi) sahiden harekete geçirmeyi başardı. Topraklarımızda ilk defa bu Modern Şimdinin öncesini dikkate alan, özgürlük ve adalet talebini toplumsalda zaten mevcut olan ruhsal, kültürel, ahlaki bir kudrete, Derin Topluma dayandıran bir siyasal hareket gelişti. Erdoğan ve AK Parti bizi makul olanla, hayatın olağan seyrinde olması gerekenle buluşturdu: Özgürlük, Adalet, Kardeşlik talebine Kendi Olmaklık talebini, Kendilik bilincini ilave etti. (Son dönemlerde “yerlilik ve millilik” tartışma ve taleplerinde semptomatik olarak dışa vuran şeyin ta kendisidir bu!) 

Bu Kendi Olmaklık, 15 Temmuz’da gürül gürül ispatladı kendini. Böylece Cumhuriyet tarihinde ilk kez, makul, olması gerektiği gibi, fıtratına uygun, yeni bir Biz ihtimalinin önü açıldı. Coğrafyamız ölçeğinde de dünya ölçeğinde de bir umuttur bu. Şükürler olsun.