25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Mehmet Güreli: Hep kendini sınayacaksın son noktayı koymamış gibi...

“Dil bilmiyorsan, oturup öğrenir birdenbire ruhunu ikiye katlarsın. Başkasını anlama kolaylıkları sağlarsın kendine. Bazen bir şarkıyı saatlerce dinlemek ne kadar mutlu ediyor bizi. Bunların getirdiği çok büyük zenginlikler var. Bunlar varken savaşlar ve insanların birbirlerine yaptıkları çok cılız kalıyor. Bunlardan kurtulmak için oturup yazı yazacağız, film çekeceğiz.”

GÜLCAN TEZCAN 29 Temmuz 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Mehmet Güreli: Hep kendini sınayacaksın son noktayı koymamış gibi...

Ressam, müzisyen, yönetmen, oyuncu, hayranlık uyandıran bir entelektüel. Sayıca az ama nitelik olarak iz bırakan ve yarına kalacak işler üreten bir isim Mehmet Güreli. İlk filmi Gölge’den sonra dayısı Salâh Birsel’in tek romanı Dört Köşeli Üçgen’i Görkem Yeltan’ın senaryosu ile sinemaya uyarladı. Film ilk olarak Nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde seyirciyle buluştu. Bu hafta ise Başka Sinema salonlarında vizyona giriyor. Salâh Birsel’i anlatırken kurduğu cümleler bir bakıma kendisini tarif ediyor. Edebiyattan, sanattan, müzikten, insandan, düşünceden bahsederken hiç susmasın istiyor insan. Görkem Yeltan’la uzun yıllardır farklı disiplinlerde birbirlerini destekleyerek yaptıkları üretimler sanat dünyasında benzerine çok sık rastlamadığımız türden bir zihinsel ortaklığın ürünü. Çoğunluk Mehmet Güreli’yi Kimse Bilmez adıyla bestelediği Ömer Hayyam rubaisinden tanır. Ama dört başı mamur bir sanatçı, bir usta. Filmle başladık sohbete sonra laf lafı açtı. 

Yeni filminiz Dört Köşeli Üçgen’i dayınız Salâh Birsel’in aynı adlı romanından uyarladınız. Salâh Birsel’le romanını film yapma konusunda konuşmuşluğunuz var mı?

Filme çekeceğime dair konuşmadım ama onun editörü oldum, dokuz kitabını bastım. Salâh’la arkadaş gibi olduk yıllar sonra. Romanın sinemaya uyarlanmasının zor olduğunu düşünüyordum ilk başlarda. Yine de öyle düşünüyorum açıkçası ama onunla çok haşır neşir oldum son yedi yılda. Burada tabii Görkem’in de senaryosunun bana rahatlıklar sağladığını söyleyebilirim. Senaryo aslında sadece bir romanı çekim planlarına ayırmak anlamına gelmiyor. Bir film haline getirme meselesinde itici güç de olması gerekiyor. Hele böyle zor romanlarda. Bu da çok zor bir roman aslında. Filmde epizodlar var. Roman da o şekilde akıyor. Ben romana belli bir çizgide karakter anlamında bağlı kalsam da bazı ufak değişiklikler yaptım. Salâh’la romanı çok konuşmuşuzdur. Yazıldığı zaman da aynı evde oturuyorduk. Somuncu Sokak’taki evimizde Salâh’la 10 yıl kadar beraber oturduk. Dört Köşeli Üçgen’i o dönemde yazdı. 57’de sanıyorum bu romana başladı. Ben o zaman tabii ufağım. Etraftaki yazma duygusu, müzik sesi gibi beni her zaman çekmiştir. Odası da. Sinema kitapları, sinema dergilerinin içinde buldum kendimi. Çoğu Fransızca idi, yine de sinema tarihini tarama şansını buldum. Bir de Salâh bir öğretmendi. Öğretmen olmasının büyük bir yararı da vardı, anlatmayı severdi. Yeter ki sen soru sor ona. Bu konuda da ender kişilerden biridir benim tanıdığım. Bir soru sorduğunuz zaman bir tek cevap vermek yerine seni başka yerlere yönlendirecek, taşıyacak fazla gibi görünen ama aslında konuyla ilintili senin ufkunu açacak şeyler söylerdi. Bu bana yararlı oldu her zaman. Mesela bir yönetmenin ne yaptığını ben 10 yaşında gayet iyi biliyordum. Nasıl sorular sorduğumu hatırlamıyorum ama bir şeyler yakalıyordum onunla konuşmalarımızdan. Salâh’la olan tanışıklığımın bana kattığı şeylere şükrediyorum. Bazen düşünüyorum, başka bir yerde olsaydım böyle bir filme ulaşabilir miydim? Ya da böyle bir zihin yapısı içindeki o malzemeleri bulabilir miydim? Her şey biraz rastlantılarla, atmosferle ilgili. Yaşadığın yer, sokak, sana olan o şefkat, o ilgiyle senin onlara gösterdiğin merak ve anlayış büyüyor bir zaman sonra. Bunlardan bazıları eksik olduğu zaman, o eksiklikleri filmlerde tamamlamaya çalışıyorsun. Sonra defterler tutmaya başladım. Onun da defterleri vardı ve o defterleri bana bıraktı. 

O defterler yayınlandı mı?

Yayımlanmadı. Sinema yazılarından seçme yapıp evvelki sene Agora Yayınları’nda yayınladım. Onları yeniden gün yüzüne çıkardık. Sinema tarihini heyecanlandıracak çok parlak filmlerin gösterilmediği dönemlerde yazılmış yazılardı. Salâh sinema yazarlığı yapar, Vatan ve Yeni Sabah’ta da yazardı. Gündüz çalıştığı için akşam 21.15 matinesine giderdi. Eve uğrar, bileti masasında dururdu. O dönem çok sinema meraklısı vardı. Edebiyat dünyasındaki çoğu kimse de sinema yazarlığı yapardı. Yazı yazmak ve sinema o zaman büyük şeyler. Şimdi de öyle belki ama o zamanki sinema anlayışı ve sinema sevgisi çok yüksek geliyordu bana. Beyoğlu’nda bilet bulamazdık. Bir pazar günü mesela sabah 11.00 matinesine veya cumartesi akşamına bir hafta önceden bilet almak gerekiyordu. Şimdi sinemalar hem küçüldü hem de o kadar büyük bir ilgi yok. 

İzlemek ile gözlemlemek aynı şey mi?

İzlemek ile gözlemlemek aynı şey değil. Aslında hiçbir şey aynı değil. Her kelimenin kendi içinde başka bir ruh yapısı olduğunu düşünüyorum. İzlemek bir şey yüklemeden yapılırken, gözlemlemek ise daha derinlemesine bir bakış ve odaklanma meselesi. Bu filmde gözlemci etrafına bakarken, yolculuk yaparken orada bazı şeyleri saptamaya başlıyor. Bununla birlikte saptadıklarını ortaya çıkarma duygusu da gelişmeye başlıyor karakterimizde. Dolayısıyla bu kez gözlediğinin dışında başka bir olgunun karşısına çıktığını görüyor. Tabii bu bir felsefi mesele. 

Felsefi bir meseleyi beyazperdeye taşımak da hiç kolay olmasa gerek...

Sabahlara kadar bir sahneyi nasıl çekeceğim diye düşlediğim olmuştur. Sinema da zaten düşünmek, bir sahnenin nasıl olacağı üzerine kafa yormak bir anlamda. Sinema üzerine konuşma meselesi okullarda öğretilecek şeylerin başında olmalı bence. Arkadaşlarınla sinema konuşmak, kendi kendine konuşmak değil. Sinema konuşmak, çoğaltmak, aynı zamanda da güzel şeyler öğrenmek birbirinden. 

Düşünce ağırlıklı, sürekli sorular soran, sorduran ama bir o kadar da eğlenceli bir film var karşımızda...

O ironi ve mizah, Salâh’da da olan bir şeydir. O, duygudan çok akla önem veren bir felsefi disiplinin peşindedir. Akla önem verdiğini vurgulamıştır yazılarında. Ben biraz daha karışığımdır. Ne yaptığım konusunda açıklamalar yapmıyor, kendimi daha görünmez kılmaya çalışıyorum. Bazen istemesen de, sahneden kaçarken görünebilirsin. Şimdi filmi anlatırken benim aklıma yeni şeyler geliyor. Bunlar bana daha sonra yeni bir yol açabilir. Tekrarların içinde bile başka yerlere seyahatler var. Hayatın kendisinde de bu var. Disiplinler de öyle. Mesela müzik yaparken, aklına bir resim, bir görüntü geliyor, sevdiğin bir insanın yüzü geliyor, bir cümle veya suyun hafif dalgalanma sesi geliyor. Bunlar şarkıda belki gözükmüyor ama sen onlarla birliktesin. Bu nedenle her şey birbirinin içinde. Doğayı bir mucize gibi karşılamamız gerekiyor. O kadar zenginliğin içinde varolmak büyük bir lütuf. Her çalıştığım alan kendi kadrosunu oluşturuyor, bu alanları hayatımın sonuna kadar iç içe yürütmeyi düşünüyorum. Düşünmenin ötesinde kendiliğinden böyle ilerliyorlar zaten. 

Görkem Yeltan’la uzun yıllardır çok verimli bir yol arkadaşlığınız var...

Görkem’le ortak şeyler yapıyoruz. O bana şarkı sözü yazıyor, ben onun masallarını resimliyorum, o senaryo yazıyor, benim filmimde oynuyor, ben onun filminde oynuyorum. Pek çok şey kendi kendine oluştu. Bu filmde yüzün üzerinde oyuncu yer aldı. Öyle büyük bir uyum vardı ki... Oyuncular, sete koşa koşa gelen fotoğrafçı dostlarımız, ekibimiz muazzam bir birlikteliği yansıttılar. Filmdeki sıcaklık belki de oradan geliyor. Çünkü bir filmin nasıl çekildiğini anlarsın filmi seyrederken.   

60’lı yıllarda yazılmış bir romanın uyarlaması filminiz. Kahramanımız film boyunca gözlemci olmaktan bahsediyor. Bugün biz de sosyal medya üzerinde çok fazla gözlem yapıyoruz, gözlemci konumundayız. Etrafta, insanların hayatında ne olup bitiyor, nereye gidiyor, napıyor, sürekli birilerini gözetliyoruz. Salâh Birsel’in öngörüsünden bahsedebilir miyiz bu durumda?

Bugün sadece gözlem yapmıyoruz. Hem görünenin hem de kendimizi göstermenin peşindeyiz. Bu George Orwell’da da vardı. “Büyük birader sizi gözetliyor” diye bir cümle vardı orada. O, gelecek karanlık bir rejimin vurgulanmasıydı. Buna benzer şeyler Rusya’da, Almanya’da da oldu. Herkes birbirini kovalar hale geldi. Bu onun eleştirisi bir yandan da. Yani insanın özgürlük sınırlarının araştırılması üzerine bir roman. Salâh’ın anlattığı hem bir çağın içinde kendi başına yolunu arayan bir adamın hikayesi hem de aynı zamanda onun düştüğü durumla toplum arasındaki uçurumların birbirine değip değmemesi üzerine bir düşündürme. Bunlar gizli metinler elbette. Az gösterip gerisini insanların tamamlayacağına dair inancım var. İnsanlara inanırım çünkü arayarak, çalışarak her şey bulunur hayatta. İstemek gerekiyor. Dil bilmiyorsan, oturup öğrenir birdenbire ruhunu ikiye katlarsın. Başkasını anlama kolaylıkları sağlarsın kendine. Hiç anlaşamıyoruz demeyi ortadan kaldırırsın. Anlamsızlıkların olduğu yerlere yelken açar, onları daha kolay karşılarsın. Böyle kitaplar var. Godot’yu Beklerken mesela. Hayatımın kitaplarındandır. Godot gelecek mi gelmeyecek mi üzerine binlerce düşüncenin tohumunu ekiyor kitap. Godot’nun gelip gelmemesi önemli olmaktan çıkıyor. Nerede durup neyi beklediğin meselesine sürüklüyor seni. Godot’nun gelip gelmeyeceğini kolaçan ederken, dünyada nasıl bir yer alacağımızı düşünmeye başlıyoruz. Bu da az bir şey değil. Bazen bir şarkıyı saatlerce dinlemek ne kadar mutlu ediyor bizi. Bunların getirdiği çok büyük zenginlikler var. Bunlar varken savaşlar ve insanların birbirlerine yaptıkları çok cılız kalıyor. Bunlardan kurtulmak için oturup yazı yazacağız, film çekeceğiz. Mesela Beckett, Almanlara karşı Fransa’da direnişe katılırken bir roman yazıyor. O kitapta hiç savaştan söz etmiyor. Her an Gestapo yakalayabilir ama oturup romanını yazıyor.  

Sizin kahramanınız da aslında çıkış yollarını gösteriyor, başka türlü düşünmeye zorluyor, herkesin bildik yorumlar yapacağı yerde başka bir yerden bakmaya çalışıyor gibi geldi bana.

Tabii tabii. O da aslında kendini arıyor. Pek de uyum sağlayamıyor kimselere. Etrafında da onun gibi pek kimse yok. Günlük olaylara teslim olmuş, hayatın akışına kendini bırakmış o insanların arasında ne olabilir ki? 

Filmin siyah beyaz oluşu özel bir tercih mi?

Bu filmin özellikle yapısal anlatımında siyah beyaz ağır bastı kafamda. Macaristan’da kare kare renk üzerine uğraştık ve siyah beyazları yakalamaya çalıştık. İyi bir çalışma yaptığımızı düşünüyorum. Yeni filmler yapmak lazım. Bizi heyecanlandıracak olan şey, çekeceğimiz film oluyor galiba. Öte yandan bitirdiğimiz filmin heyecanı da kolay kolay geçmiyor. Gördüğünüz gibi şu anda bile devam ediyor. Sinema salonunda seyircilerle birlikte tekrar tekrar seyredip, acaba nerede gülecekler, nasıl karşılanacak diye merak etmiyor değilim açıkçası. Charlie Chaplin de gidermiş filmlerine. Seyirci nerede güler onları saptarmış. Bir de ‘acaba becerebildim mi’ diye kendilerini sınıyorlar bence. Kendilerini sınamaktan vazgeçmeyen adamların başına hiçbir zaman bir şey gelmez. Hep kendini sınayacaksın, son noktayı koymamış gibi, yeni başlıyormuş gibi davranacaksın. Belki işin püf noktası burada. Goethe hiç övgü mektuplarını okumazmış mesela. Hep eleştiri ve hicivleri okurmuş.

Çok gözetliyoruz ama gözlem yapmıyoruz diyebilir miyiz?

Gözlem yapmıyoruz. Gözlem yapabilmek için de fazladan hareket etmeye, fazladan çaba harcamaya ihtiyaç var. Bu da aile ve okul ilişkisi ile başlayan 10 yaşa kadar oluşan bir şey. Bir filme girer, sonra filmci olmak istersin. Bir kitap okur, bir kitap yazmak istersin. Hepimiz böyle etkiler altında çoğala çoğala yürüyoruz. 

Önemli olan etkilemek değil doğru etkileşimler galiba...

Tabii. Sana bir şey sunmak, paylaşmak için gösteriliyor bu çaba. Bazen bir film çekmek insanın hayatını alır, çekemeyebilir. Şarkısını stüdyoya gidip söyleyemeyen, kitabını bastıramayan insanlar var. Ama ona rağmen bastıranlar da var. Nasıl çalıştığına bakmak gerekir. Bir Jack London nasıl olunuyor? Martin Eden’de yazar olmak için nasıl bir çaba gerektiğini öğrenmiştim. Martin Eden’i herkesin, özellikle çocukların okuması lazım. Nasıl adam olunuyor gibi... Yapıtların ne kadar yaşayacağına bakmak lâzım. Bugün her şey kolay gibi gözükebilir de aslında zaman seni eliyor. Şimdi çok parlak gibi gözüken bir şeyin yarın kimse sözünü etmiyor. Sait Faik’ten, Salâh’tan, Edip Cansever’den onlar gibi yüzlerce insandan Türkiye’de söz ediliyor. Niye söz ediliyor? Reşat Ekrem Koçu’nun kitaplarını okuduğun zaman tarihe yolculuk yaparsın. Bir dil vardır, nefis bir dildir o. Ahmet Rasim mesela. Bayıldığım adamlar. Refik Halit Karay. Yazarlığı onlardan öğrenirsin ayrıca eğitimine gerek yok. Bu kitapları okuman seni zaten belli bir seviyeye getiriyor. Kitaplar seni eğitiyor. Ondan sonrası sana kalmış. Bu yazarlar senin evinde. Onlara teşekkür etmen gerekiyor. Onlar sana nefis hikâyeler anlatıyorlar.