20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Muhalefet dersine iyi çalışmıyor

“Vatandaş 15 Temmuz’da sokağa çıktığı zaman neyi, nasıl değiştirebileceğini, nasıl dönüştürebileceğini, bunun ne manaya geldiğini gördü. Eskiden daha sessiz yığınlar diyorduk ama şimdi o sessiz yığınlar ispatı vücut için sokağa çıkıyorlar”

10 Haziran 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Muhalefet dersine  iyi çalışmıyor

Akademisyen ve iletişimci kimliği ile 2011’den bu yana Türk siyasetinde çok özel bir siyasetçi portresi çizen, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı döneminde bu iki zorlu emanetini lâyıkıyla taşıyan Prof. Nabi Avcı bu seçimlerde yine Eskişehir’den milletvekili adayı. Bürokrat kimliğinden öte tecrübesi, birikimi, nüktedanlığı ve ‘Hoca’ kimliğiyle gönüllerde iz bırakan Prof. Nabi Avcı ile Genel Yayın Yönetmenimiz Nuh Albayrak ve Yayın Danışmanımız Halime Kökçe seçim sürecini, muhalefetsizliğimizi konuştu.

Halime Kökçe: Hızlı bir kampanya süreci içine girdi partiler. Nasıl gidiyor?

Nabi Avcı: İyi gidiyor. Bir defa seçimin mümkün olduğunca erken alınmasına çok sevindim. Seçim Kasım’da yapılacak denildiği zaman emin olun onun hazırlığı yaz başında başlıyordu. Bürokrasinin seçim havasına girmesiyle bürokrasi duruyor, piyasalar da aynı şekilde. O yüzden hızlı bir takvimle bu işin halledilmesi iyi oldu. Esnaf ziyaretlerimizde dolaşıyoruz Eskişehir’de Zaten sizin orada görülmeniz siyasi bir mesaj. Vatandaşa doğrudan siyasi mesaj vermediğiniz zaman size daha rahat açılıyor. Ramazan’a denk gelmesi de iyi oldu. Ne de olsa Ramazan’da herkes daha mülayim.

H. Kökçe: Ramazan’ın avantajları diyorsunuz...

N.Avcı: Çok büyük avantajları oldu. Çünkü bazı yerlerde gerilim had safhaya çıkıyordu. Ramazan ile birlikte herkes birbirine daha hoşgörülü, daha sevecen. Benim daha ziyade muhalefet açısından gördüğüm bir magazinleşme de var. 

H. Kökçe: Magazinleşme derken neyi kastediyorsunuz? İşin şova dönüşmesini mi? Garajında üç tane iyi model araba olan birinin “bisikletle işime gideceğim” demesini mi? Bunlar halka inandırıcı geliyor mu sizce? 

N.Avcı:  Zaman zaman dışarıdan taraf değilmiş gibi baktığımda bir magazinleşme görüyorum. Çok özsüz ve bilgisiz söylemler. Temel konularda asgari bilgisinin olmadığını görüyoruz. Bunu Kılıçdaroğlu’nda daha önce de görmüştüm. Mitinglere hazırlıksız konuşmak üzere çıkıyor ve pankartlara cevap veriyordu. Hatta arkadaşlara nükte olarak demiştim ki “Bizim arkadaşlar adamın ezberini bozacak bir kaç pankartla gitsinler mitinge.” Anlık, ilk akla gelen çözümler üzerinden bir takım vaatler ciddi sıkıntılara sebep olabilir. Mesela duyduğumda inanamadım. Meral hanım “TİKA’yı kapatacağız” demiş. Arkadaşlar bana bunu söyleyince yanlış anlamışızdır, TOKİ demiştir, devletin toplu konut politikasını beğenmiyor veya TOKİ’nin bugüne kadarki uygulamalarındaki mimariyi beğenmiyor olabilir demiştim. Ama yok dediler, TİKA. 

TİKA’NIN GİTTİĞİ YERDE FETÖ BARINAMAZ

MHP’den, milliyetçi siyasetten gelen Meral Hanım, TİKA’nın nasıl kurulduğunu, neler yaptığını bilir. Rahmetli Özal’ın TİKA’ya biçtiği misyon, Sovyetler Birliği dağılırken Türk dünyasının devletleşme sürecini koordine etmektir. Türk İşbirliği Koordinasyon Ajansı lafı oradan gelir. Gerçekten de Türk cumhuriyetlerinin, Sovyetler Birliği’nden ayrılan, hem mevzuat alt yapılarının hazırlanmasında hem de bürokratik teşkilat aşamalarının hazırlanmasında TİKA’nın çok stratejik müdahaleleri oldu. Balkanlarda ne kadar ecdad yadigârı varsa ihya etti, Afrika’da açtığı su kuyuları, götürdüğü hizmetler ortada. TİKA yaptığı fedakârane çalışmalarla Türkiye’nin yumuşak ve müşfik gücü. Her gittiği yerde milletin bağrına bastığı, herkese bir şeyler götüren bir kurum. Sen bunu nasıl kapatacaksın? Sonra dank etti. Bu söylem muhtemelen bir FETÖ fısıldamasının üzerine kurulmuş. Kendi Kültür Bakanlığım dönemimden de biliyorum, Yunus Emre Enstitüsü var Türkiye’nin yumuşak güç enstrümanlarından biri. Türk kültürünün tanıtılması vs için çok ciddi misyonu olan bir kurum. Kültür Bakanı olarak ya da Milli Eğitim’de iken yurtdışı gezilerimde Yunus Emre bürolarını da ziyarete gidiyordum. En göze çarpmayacak yerlerde açılmış oluyordu. Burada çok sistematik bir engelleme, köreltme ve perdeleme var. Çünkü Yunus Emre Enstitüsü gittiği yerlerde FETÖ faaliyetlerinin alternatifini oluşturuyor. Yunus Emre varsa orada FETÖ o kadar rahat at oynatamıyor. TİKA çok daha önemli. TİKA’nın gittiği yerlerde FETÖ barınamaz. TİKA’yı oradan çekelim demek FETÖ’ye alan açalım demektir. Yurt dışında her yerde bayrağımızı dalgalandıran elçiliklerden sonra TİKA’dır, Yunus Emre’dir şimdi Maarif Vakfı’dır. Bütün bunlar ne kadar ezbere ve ne kadar gayri milli bir propaganda sürecinden geçtiğimizi gösteriyor.

H. Kökçe: Mesleki bir formasyonla izleyebiliyor musunuz seçim sürecini, ve diğer partilerin kampanyalarını? 

N.Avcı: Doğrusu 2011’de ilk defa aktif siyasete aday olarak girdiğimde “Bu eski usul meydanlarda büyük mitingler, şarkılar, türküler, mahalle aralarında arabalar dolaşacak, adaylar esnaf ziyaretleri yapacaklar şeklindeki kampanya modelinin son dönemini yaşıyoruz” demiştim. Kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler artık bu tür şeyleri anakronik hale getirecek diye düşünmüştüm. Meydanlarda büyük mitingler yapılmaz derken; daha da arttı. Bunu derken şuna dayanıyordum; TV’ler arttı, gençliğimizde Eskişehir’de Süleyman Demirel’i görmeye gittiğimi hatırlıyorum. Çünkü o zaman televizyon bu kadar yaygın değildi. Siyasetçiyi bir tek meydanda görüyordunuz. Şimdi siyasetçi ve vatandaşın böyle bir şeye ihtiyacı yok. Çünkü televizyonda siyasetçiyi çok daha iyi tanıyor. Dolayısıyla artık vatandaş siyasetçinin nasıl bir adam veya kadın olduğu, hangi konuda ne düşündüğü, ne söylediği, ne söyleyebileceğini biliyor. Bu çizdiğim tabloda insanların meydanda şöyle düşünmesini beklersiniz; nasıl olsa televizyondan izlerim, gelmeyeyim. Tıpkı futbol maçlarında olduğu gibi; iki seyirci var. Bir stat seyircisi bir de televizyon seyircisi. Siyasetin de anladığım kadarıyla iki kitlesi var. Meydan kitlesi, saat 17.00’da yapılacak miting için saat 12.00’da beklemeye başlıyor. Vatandaş oraya Tayyip Bey’e el sallamaya geliyor. Dolayısıyla benim 2011’deki öngörüm tutmadı.

H. Kökçe: Ama Türkiye’nin 2011’den beri girdiği bir türbülans var. Belki normal seyretse tahmininiz tutabilirdi... 

N.Avcı: Çok doğru. 15 Temmuz etkisi var bunda. Vatandaş sokağa çıktığı zaman neyi, nasıl değiştirebileceğini, nasıl dönüştürebileceğini, bunun ne manaya geldiğini gördü. Eskiden daha sessiz yığınlar diyorduk ama şimdi o sessiz yığınlar ispatı vücut için sokağa çıkıyorlar. 

‘Her maça CHP ile çıkalım’

H. Kökçe: İspatı vücut ihtiyacı hisseden kitle aslında ‘PKK ve FETÖ’ye karşı mücadelenin bir neferi de benim’ tavrı gösteriyor. Bu mücadeleyi benimseyen ama yine de CHP’ye oy verenler var. Muhalefetin bu gerçeği görmezden gelmesini, toplumun siyasi duyarlılığını hesaba katmamasını nasıl anlamalıyız? 

N.Avcı: Çok üzücü bir şey. Türkiye’nin temel problemi gerçekten aklı başında ve ciddi bir alternatif oluşturabilecek bir muhalefete sahip olmaması. Kılıçdaroğlu’nun yeni proje diye çıkıp söylediği pek çok olay Milli Eğitim’de zaten yapıldı. Kültürle ilgili de derslerini çalışmıyorlar. Biz bunları söylediğimiz zaman parti kurullarında “Bundan iyisini mi bulacağız, her maça bunlarla çıkalım” esprisi yapılıyor. Ama Türkiye’nin geleceği açısından güçlü bir muhalefet önemli. Sistem üzerinden tartışmalar yapmak yerine Muharrem İnce’nin bisikletli halini, Meral Hanım’ın TİKA ile ilgili sözlerini konuşuyoruz. Bu da bizi tembelliğe ve magazine sevk edebilir. Muhalefet eksikliğinin bir kötü yanı da terminolojiyi yoksullaştırmış olması. “Efendim televizyona çıkalım tartışalım” diyorlar. Televizyonda neyi tartışacaksın sen Tayyip Erdoğan’la? Afrin’i mi? Senin o konuyla ilgili söylediğin bir şey var mı bugüne kadar?

TAKTİK DEĞİŞTİRDİLER

N. Albayrak: İlk dönemde Gül’ün adaylığında çatı üzerinde başta Kılıçdaroğlu olmak üzere ciddi bir çaba sarf edildi. Bu yürümeyince muhalefet bloğunun tamamının cumhurbaşkanlığı ile ilgili iddiası kalmadı. Taktik değiştirip artık parlamentoda çoğunluğu, HDP’de dahil olmak üzere, Erdoğan ve MHP dışındaki bloğun 301’in üzerine çıkmasına çalışıyorlar. Buna katılıyor musunuz? 

N.Avcı: Çok doğru bir tespit. Burada bir tuzak olduğu şuradan da belli; belli bir tarihten sonra vatandaş arasında bunun fısıltı yoluyla veya kulaktan kulağa yaygınlaştırıldığını görüyorsunuz. Bunun en önemli nedeni artık Cumhurbaşkanı’nın önünü kesemeyeceklerini gördüler. ‘Meclis üzerinden kilitleyelim’ dediler. Mevcut sistemde Cumhurbaşkanı’yla Meclis çoğunluğu arasında bir uyum varsa bu büyük bir avantaj. Ama uyum yoksa bu büyük bir risk. Meclis yasaları yapacak, Cumhurbaşkanı ve onun kurduğu hükümet de o yasaları uygulayacak. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı ile uyumlu çalışmayan Meclis oluşması halinde sistem kilitlenir.

KÜLTÜRE YATIRIM İÇİN ZENGİNLİĞİN KANIKSANMASI LAZIM

G. Tezcan: Siyasi gündem sanatçıları da çok politikleştirdi.Bu yaklaşım toplamda kültür sanat hayatını nasıl etkiliyor?

N.Avcı: Bu bugün ortaya çıkan bir şey değil. Geçmişte de sanat camialarını içine alan mikro iktidar odakları hep bu bakış üzerinden şekillenmiştir. Özellikle 50’lerden sonra halkın organik aydınlar dediği zümre Türkiye’de teşekkül etmedi. Tek Parti döneminin milletvekili kadroları içerisindeki romancılara, şairlere, sanat erbaplarına baktığınız zaman bunu çok açık görüyorsunuz. Siyasetin çoğullaşması sonucunda ‘Bu çoğulluk neden sanatta yok’ demeye başladık. Ama şimdi siyasetin çoğullaşma sürecinde yaşadığımıza benzer bir tempoda sanat, edebiyat, kültür alanında da o çoğullaşmanın ürünlerini daha çok görmeye başladık.

G. Tezcan: AK Parti iktidarı ile birlikte sinema ve tiyatroya verilen destekler belli bir çevre arasında paylaşılmaktan çıkarılıp daha kapsayıcı olmaya başladı. Bu da rahatsızlığa yol açtı sanırım...

N.Avcı: Keşke Türkiye’nin kültür sanat politikaları üzerine bir akademik tez yapılsa. Devlet planlama teşkilatı üzerinden hatta devlet planlama teşkilatı yokken ekonomideki tahsislerin, sağlanan teşviklerin kimlere nasıl yapıldığına dair ekonomide nasıl bir harita çıkıyor. Sonra benzer bir şey kültür sanat alanında nasıl yapılıyor? Sonra da 15 yıllık AK Parti döneminde burada nasıl bir kayma ve yayılma oldu. Bunun nasıl tepkilere yol açtığı çok güzel bir doktora çalışması olur.

G. Tezcan: Kültür Bakanlığı birçok kültür kuruluşuyla işbirliği yapıyor. Ama özellikle Batı’ya dönük bir sanat algısı inşa etmeyi misyon edinen kurumlar en büyük desteği alabiliyor. Bizde ise yerli ve milli sanat anlayışını ihya ve inşa edecek kültür kurumu ya da kurumları yok... 

N.Avcı: Son zamanlarda sivil toplum kuruluşu görüntüsü altında bütün desteği devletten bekleyen, üyelerinin herhangi bir katkısına ihtiyaç duymaksızın veya onu talep etmeksizin sadece devletin vereceği destekler üzerinden faaliyetler yapmayı düşünen ve yapan bir takım sözde sivil toplum kuruluşları yaygınlaşmaya başladı. Buralar bir tür siyasete atlama tahtası olarak görülür oldu ne yazık ki. Ama önemli olan bizim bunları görüp, tedbirlerini almamız. 

G. Tezcan: STK’ları ve kültür kurumlarını destekleyecek sermayedarlar yok. Çözümsüzlük ve her şeyi devletten beklemek biraz bundan kaynaklanıyor sanırım... 

N.Avcı: AK Parti camiasıyla sıcak ilişkiler içinde olduğu varsayılan pek çok büyük sermaye sahibinin de maalesef beyazlaşmak isteyen zenci sendromundan kurtulamadıklarını düşünüyorum. Yoksa böyle görgüsüz sanatsal harcamalar, boş çerçeveye bilmem ne kadar para vererek kendini belli çevrelere sanat dostu gibi tanıtma gayretlerinin arkasında kof bir kültürsüz birikim var.

G. Tezcan: Peki bu sermayeyi sanata yöneltmek için ne yapılmalı?

N.Avcı: Anadolu sermayesinin tarihi çok yeni. Bu ancak birkaç kuşakta mümkün olabilir. Hâlâ  zenginliklerinden emin değiller.