20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Osmanlı 1350 çeşit lale üretmişti

Türkiye 2000’li yıllarda lale tohumunu Hollanda’dan ithal etmek zorunda kaldı ama Osmanlı’da 1350 çeşidi vardı.İnsanlar bahçelerindeki çiçek adlarıyla bile anılırdı.

BİLİNMEYEN TARİH/MURAT KUTLU/[email protected]23 Eylül 2012 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Osmanlı 1350 çeşit lale üretmişti

MİLLETİMİZİN çiçeklere karşı gösterdiği hürmet ve düşkünlük dillere destandır. Tarih boyunca halılarımızda, altın ve gümüş işlemelerimizde, kumaşlarımızda, çinilerimizde çiçek motiflerini yaygın bir şekilde görmek mümkündür. Bizde en fakirinden en zenginine kadar her evin bir köşesinde muhakkak üç beş saksı çiçek bulunur, bunlara itinayla bakılırdı. Özellikle lalelerin içtimai hayatımızda yeri ve önemi çok büyüktü.

BİR SOĞANI BİN ALTINA SATILIRDI

Lale Devri’nde çiçeklere rengine  göre Mevc-i elmas (Elmas dalgası), Dame-i dür (İnci eteği), Necm-i çemen (Çimen yıldızı) gibi isimler verecek kadar ince bir ruha sahip olan bu millet, bulduğu 1350 çeşit lale ile tüm dünyayı kendine hayran bırakmıştı. Lale yetiştirmek, hali vakti yerinde İstanbullular için bir tutku haliydi. Yeni bir lale çeşidi bulup ona zarif bir isim takmak, heyecan verici bir uğraştı. Mahbub-u zaman (Zamanın sevgilisi) adında mor fitilli gül pembe bir lale soğanının bin altına satıldığı, sadece devlet erkanının değil meşhur din alimlerinin de (Aziz Mahmud Hüdai) merak sardığı lale yetiştiriciliği, bizden Batı’ya yayılmıştı. Avrupalılar düz beyaz bir lale çeşidi olan Dülbend lale ismini “Tülip” şeklinde okuyarak ticaretine bile başlamışlardı.

İstanbul’daki çiçekçiler tohumculuğa çok önem vermekteydi. Yeni bir lale, zerrin veya sümbül çiçeğinin soğan üretimi için çok gayret sarf ediliyordu. Hatta bazı çiçekçilerin sadece birkaç çeşit çiçek üzerinde çalıştığı adeta ihtisas yaptığı biliniyor. Boğaziçi’ndekiler ‘falanın gül bahçesi’, ‘filanın karanfil bahçesi’ şeklinde sahibinin adıyla anılırdı. Çiçekleri yetiştirenlere de  dolgun maaşlar verildi. Bahçe sahipleri, bahçelerinin herhangi bir zarara uğramayacağını bildiğinden, İstanbul halkının buraları gezmesine her zaman müsaade etmişlerdi. Basın dünyasının önemli isimlerinden merhum Münir Süleyman Çapanoğlu, İstanbul’daki çiçek kültürü ile ilgili şunları söylüyordu:

“Müslüman Türk toplumu içerisinde çiçeğin fevkalade bir itibarı vardı. Bahçesiz evlerde bile balkon veya pencereler türlü türlü çiçeklerle bezenmiş olurdu. Sübyan mekteplerinde çocuklar her sabah hocalarına küçük bir demet çiçek götürürdü. Hasta dostlara zarif bir çiçek şişesi içerisinde zerrin ya da karanfil verilir, hal hatır sorulurdu.”

Tanzimat devrinde İstanbul beyefendilerinin, serpuşlarında ya da feslerinin kenarlarında sevdikleri çiçekler eksik olmazmış. II. Abdülhamit devrinde ise kalburüstü ailelerinin erkek fertleri, yıl boyunca yakalarına çiçek takmadan gezmezlermiş. Bizdeki bu çiçek merakı minyatür ve tezhip yapan sanatçılar misali, çiçek ressamlarının doğuşuna da sebep olmuş bu yolda pek çok Şükufe Mecmuası tertip edilmiştir. Bu sanatçılar içerisinde en meşhuru Ali Üsküdari’dir. Ardından Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver ve Gülbin Mesara yaptıkları çalışmalar ile bu güzel geleneği devam ettirmişlerdir.

Çiçekçiden katil ve hırsız çıkmaz

Üsküdar’da III. Selim çeşmesinin tam karşısında, bahçe içerisinde tek katlı çok eski bir kahvehane, çiçekleri ile meşhurdu. Kahvehanenin hemen yanında bulunan namazgah kısmının, geçmişte çiçek tarlası olduğunu düşünülüyor. Burada saray bahçesi için çiçek yetiştiriliyormuş. Bu kahvehanenin işletmecisi olan Aziz Efendi, uzun yıllar burada çiçek yetiştirdiği için “Çiçekçi Aziz” olarak bilinirmiş, kahvehanesinin adı da “Çiçekçi Kahvehanesi”.

Üsküdar’ın bu semtine de herhalde bundan dolayı çiçekçi deniyor. Halk şairlerinden Vasıf Hoca Çiçekçi Kahvehanesi ile ilgili “Bu kahvenin müşterileri, ilim, sanat ve marifet sahibi insanlardı. Nice beyler, paşalar, kalem efendileri kahvehaneye gelir, dedikodu yapmadan sohbet ve muhabbetle vakit geçirirlerdi. Hatta Üsküdar’ın azılı kabadayıları bile burada edepleriyle oturur, ortamın vakarlı havasını asla bozmazlardı” diyor. Çiçekçi kahvehanesinin yanında Sultan II. Abdülhamid’in terzisi Esvapçıbaşı Ahmet Bey’in konağı vardı. Ahmet Bey çiçeklere çok meraklı biri olduğundan konağın arka bahçesinde zevk için yıllarca çiçek yetiştirmiş, kendisini ziyarete gelenleri de gözü gibi baktığı çiçeklerinden vererek uğurlarmış. Bu konak yıkılınca geriye kalan arsa, uzun yıllar fidanlık olarak kullanılmıştı. 

Çiçekçiden “Katil ve hırsız çıkmaz” diyen ecdadımızın estetik anlamda biçim ve içeriği birbirinden ayrı tutmayan yüksek bir sanat anlayışına sahip olduğunu biliyoruz. Maalesef bugün aynı şeyleri söylemek biraz güç.